7 Mart 2021 Pazar

Annemin Yarım Kalan Hatıra Defteri

Sevgili Anneciğimin hatıralarını tuttuğu defteri olduğunu ölümünden sonra Seval söyledi. Babamın ölümünden sonra başlamış, fırsat buldukça yazmış. 1940'larda,7 yaşından başlayan anıları, 1960'larda, 20 yaşında, benim doğumumla bitiyor. Dile kolay 60-70 yıl önce. Devamını özellikle mi yazmak istemedi yoksa vaktimi yetmedi, kim bilir?  

Annem çocuk yaşta evlendirilmiş, evliliğin ne olduğunu bile bilmeden, bunun sıkıntısını hep çekmiş. Diğer kadınlardan farklıydı, annem olduğu için mi böyle düşünüyorum? belki de. Yeni şeyler öğrenmeye karşı istekli, değişime açık ve mücadeleciydi, isteyip de yapamadığı bir şey yoktu. İlkokul mezunu olmasına karşın kendini yetiştirmiş ve tam bir cumhuriyet kadını olmuştu. Anılarını tamamlayabilseydi bilmediğim ne çok şey öğrenecektim geçmişimizle ilgili. Bu kadarını bile bütün aile hep birlikte gözlerimiz yaşlı, bir solukta okuduk. Ne çok sıkıntı çekmiş hiç bilmediğimiz, ama yılmamış vazgeçmemiş, hepsini atlatmış. Bir kez daha gurur duyduk sevgili Annemizle. Vakitsiz kaybettik, babamın ölümü sonrası ve pandemi döneminde yıpranmıştı ama yine de sağlıklıydı, uzun bir süre daha bizimle olacağını düşünüyorduk, olmadı. Ecel izin vermedi. Yokluğunu her geçen gün daha çok hissediyoruz. Nur içinde yat anneciğim.

Annem Ferdane Genç, 1943 yılında Ürgüp, Başdere(Başköy) köyünde doğdu. Anneannem Medine Batmaz, dedem  Tahir Batmaz. Beş kardeşler, dört kız bir erkek. En büyükleri Harun dayım, teyzelerim Şadiye ve Fadime teyzem annemden büyük, Şerife teyzem ise en küçükleri. Yalnızca Şerife teyzem hayatta.

Babam Mehmet Genç ve Annem 1956 yılında evleniyorlar, annemin yaşı yasal evlenme yaşından küçük. Resmi nikah için mahkeme kararıyla üç yaş büyütülüyor. Üç çocukları oluyor, abim Yurdal, ben ve kardeşim Seval.

Anı defterini, annemin cümlelerini değiştirmeden, olduğu gibi aktarıyorum.


ANNEMİN HATIRA DEFTERİ

ÇOCUKLUĞUM

Yaşım 7, babamların köyün aşağısında ki eski evinde oturuyoruz. Abim en büyüğümüz, 2 büyük ablam bir de küçük Şerife var. Babam o yıl, dini dualarımı öğrenmem için, ahırdan bozma bir odada sekiz, on çocuğa ders veren bir hocaya gönderdi. Öbür çocukların hepsi benden büyük, abi abla diyorum onlara. O sene bütün namaz dualarımı öğrendim. İkinci sene abim askere gitti, ben okula başladım. 3 ayda okuma yazmayı söktüm. Birinci sınıfı okutan iki öğretmen var, Yusuf Karpuz ve Murat Er Uz. Çok iyi öğretmenler.

Bir gün sınıfta saati öğrenme dersi vardı. Otuza yakın öğrenci var sınıfta. Saatin kaç olduğunu sordu, bir kişi bile bilirse 30 öğrenciyi cezadan kurtaracak, kimse bilemezse herkes cezalı. O arada gözüm hep saat de, onu on yedi geçiyor öğretmenim dedim. Aferin kızım bütün arkadaşlarını dayaktan kurtardın dedi.

O günden sonra hep önde oldum. Sınıfı pekiyi dereceyle geçtim. Bahar geldi, okul tatil. Köyde bağ bahçe işleri çıktı, abeyim askere gitti. Abeyim evli ama onun ne zaman evlendiğini hiç hatırlamıyorum. Şadiye ablamda evli, onunda evlendiğini hiç hatırlamıyorum. İşler başladı, babam yalnız, abeyim asker. Babam bir kağnıcı tuttu 30 yaşlarında bir adam. Öküz ve ineklerin dışında bir de atımız var. Ben atı çok seviyorum, ona ben biner, ben bakardım. Abimin mektuplarına cevap yazardım.

Ekilenler biçildi, harman sürüldü, üzümler oldu, bağlar bozuldu, pekmezler yapıldı. Kışlık yiyecekler hazırlandı. Babamla annemde ev yapma hazırlığında. Bu arada okullar açıldı. Okul hazırlığından ne olacak, çanta yok, sadece okuma kitabı, defter ve kalem. Bunlarda koltukta götürülür, ama olsun okula gidiyorum ya onun sevinci bana yeter. O zamanlar kızların okula gitmesi bile sorundu ama babam beni okula götürüp, öğretmene; kızımın eti sizin kemiği benim dedi. Öğretmen; tamam Tahir amca hiç merak etme, kızın zaten çok zeki diyerek babama sağ ol dedi ve ben ikinci sınıfa devam ettim. Burada arkadaşlarımda oldu, Pakize, Fadime, Sebahat ve erkek arkadaşlar, Aziz, Yunus, Dursun. Artık bize yetişen yoktu, sanki yarış ediyorduk. 

O sene sonbaharda babam yeni evimizin alt katını yaptırdı. Abeyim askerde, ona mektup yazıyorum, abeyim cevap yazıyor. Şadiye ve Fadime ablam evli, evde abeyimin eşi Şennur abla var. Kışın halı dokumakla, yün eğirmekle, geceleri de komşu oturmaları, hasta ziyaretleri derken vakit geçiyor. Ben ders çalışıyorum. 

O zamanlar sabahları yemek yeniyordu, kahvaltı yerine. Anacığım erkenden kalkıp tandırda yemek pişiriyordu. Babam ise mahallenin köy odası vardı, oraya giderdi. Anacığım yemeği hazırlayınca babamı beklerdik. Hep beraber yer sofrasında aynı kapta yemek yer, şükür edip sofradan kalkardık. O zaman cereyan yok, ocak yok, anacığım ekmeği tandırda yapar, akşam yemeğini de çömlekle tandıra koyardı, çok da lezzetli olurdu.

Kışları böyle geçerdi. Bahar gelince köyde bağ, bahçe, tarla işleri çıkar ve ben üçüncü sınıfa gidiyorum. Abeyim bana bir dolmakalem aldı, ucu çıkarılıp takılırdı. Hokka diye, küçük, ağzı kapaklı şişenin içinde mürekkep olurdu. Kalemin ucu ile şişeden mürekkep çektirir, öyle yazı yazardık.

Bir gün teneffüs de çocuklar başıma toplanıp kalemi görmek istedi. Seviniyorum, dolma kalemim var diye. Okulda üç tane öğretmen var. Öğretmenin birinin yanında okuyan, Hidayet isimli bir kardeşi var. Kalemi eline alıp bakmak istedi, peki dedim verdim, öğretmenin kardeşi ya. Kalemi yere düşürdü, ucu kırıldı, çok üzüldüm. Kalemimi ödeyeceksin diye zorladım. Ödemem, benim abeyim öğretmen, ödemiyorum dedi, çocuğa bir tokat attım, abeyine şikayet etmiş. Ertesi gün öğretmenler odasına çağrıldım. Öğretmenlerin odasını her gün bir kız arkadaş temizlerdi. Beni üç gün üst üste temizliğe çağırdı öğretmen. Ben bir gün temizledim, ikinci gün asık suratla zorla temizledim. Üçüncü gün kapıyı çalıp açtım, ama öfkeliyim, öğretmenim siz beni her gün niye çağırıp duruyorsunuz dedim, kapıyı çarpıp çıktım. O günden sonra bana kıydı.

Beşinci sınıfta mezun olmak için tahtaya kalkıp bir hafta sınav yapılıyorduk. Soruları bildiğim halde bana orta not veriyordu ama öteki iki öğretmen yüksek not verip, diplomamı iyi dereceyle verdiler. Diplomamı aldım ama okuma aşkı ile yanıp tutuşuyorum. Başöğretmen Mahmut Işık, babama yalvarırcasına, ne olur Tahir amca şu kızı okutalım, hiç olmazsa ebe okuluna gönderelim diyor. Babam; köyde okuyan kızlara kötü gözle bakarlar, dedi kodu olur, ben bu sözleri kaldıramam deyip kestirip attı.

Bu arada yeni evin üst katıda bitti. Yıl 1953, babamın ekini çok. Allah bir çok ekin verdi. Mahsul çok, hep beraber çalışıyoruz yetişemiyoruz. Çok işçi çalıştırıyor, kağnıcı tutuyor babam. Ben de hep çalışanlara, tarlaya azık götürüyorum. Bir gün bilmediğim tarlaya azık götürüyorum. Beni eşeğe bindirdiler, ikide heybe dolusu yiyecek azık attılar eşeğe, haydi bakalım tarlaya götür. Ben tarlayı bilmiyorum dedim, başladım ağlamaya, anacığım; hiç ağlama kızım, eşeğin üzerinden düşme yeter, eşek tarlayı bilir diyerek gönderdi. Gerçekten eşek beni doğru tarlaya götürdü, ben bunu unutamadım, bende böyle bir anı olarak kaldı. O zaman anladım ki hayvanlarda da akıl varmış meğer, bana bunu hiç kimse söylemedi. Tarlaya yaklaşınca babamı ve işçileri gördüm, biraz rahatladım. Babam beni eşek den indirdi, gülerek beni okşadı, bende çok sevindim, çünkü işe yarıyorum ama daha ancak beş yaşındayım.

Sene 1954, gelelim yeni yapılan evimize, alt katı bitti, üst kata başlandı. Üçüncü sınıfa başladım. 11 yaşındayım. İnşaatta 10 kişi çalışıyor. Anacığım onlara hem sabah kahvaltı veriyor hem öğle yemeği hem de ikindi, çünkü çalışıyorlar. Koca koca tencerelerle yemek yapıyor. Ben ise ancak su taşıyorum, bağdan bahçeden üzüm, sebze taşıyorum, hepsini sırtımda taşıyorum, bu arada okula da gidiyorum. Saçım taranacak, okula gidemem yoksa, saçım uzun taa kalçama kadar, iki belik örgü, Şennur ablama zorla acıta acıta taratırdım. O yıl sonbahar da evin inşaatı bitti ama taşınamadık.

Abeyim askerden geldi, bana Şerife’ye hediye almış, bana spor ayakkabı ve küpe, Şerife’ye yalnız küpe almış, ikimizde sevinçten uçuyoruz. Yine ilkbahar geldi, tarla, bağ işleri çıktı. O kış Şennur ablamla ben parasıyla başkasına halı dokuduk, kendimize kıyafet almak için. Ben hem okula gidiyorum hem de halıya yardım ediyorum. Akşamları da gaz lambası ışığında ders çalışıyorum. Aynı ışıkta anacığım da bize çoraplar örüyor, dikiş dikiyor.

Babam ev yapımına biraz borçluydu. Kıyafetten başka bir şeye para vermiyorduk. Bağ bahçe tarla işlerini kendimiz yapıyoruz. Yeni evimize taşındık, hepimiz çok mutluyuz. Kocaman köyde en güzeli bizim evimiz olmuştu, çok çalışmıştık. Buğday çok, ekin ve diğer mahsuller çok, harman zamanı geldi, ekinler biçiliyor, öküz kağnılarıyla harmana sap taşıyoruz. Ben yine harmanda düven sürüyor, sapı eritiyorum. Atla azık götürüyor, eşeği, atı otlatıyorum.

Türkmenlik diye büyük bir tarlamız var, bir yıl kavun karpuz, bir yıl nohut, buğday ekiliyor. Evimize taşındığımız yılın yazı, çok kavun karpuz ve nohut oldu. Ben 13 yaşındayım, yetişen bütün mahsul eve taşınıyor. Sabah ezan vakti kalkıyoruz. Bu arada okul bitti, sonbahar geldi.


EVLİLİĞİM

Sene 1955, babanız köye tayin oldu. İlk geldiğinde, abeyimle pazarda tanışıp soba almışlar. Ondan sonra abeyimi hiç bırakmamış, kışlık odun almasına, ev bulmasına yardım etmiş. Bu arada anacığım beni halı dokuyan akrabalardan birinin yanına öğrenmem için haftada bir iki gün yardıma gönderiyor. Arada arkadaşlarımla oyun oynuyor birbirimizden elişleri öğreniyoruz. Eve gelince anacığım kızıyor bana, neredesin sen, evde su kalmadı. Hadi bakalım, çeşmeye su testileri ile su taşımaya, gücüm bile yetmiyor.

İlkbahar geldi, bütün işler başladı yine ama bu arada beni isteyenler çoğaldı, sanki çok büyümüşüm gibi. Babam bana soruyor, kızım seni isteyenler çoğaldı, dünürcüler yarışıyor, sanki hele bir tanesi yakın bir köyden, çok üzerime geliyor, bende para camız derisiyle dolu illaki ver diye. Babam annem, hayır bizim kızımız satılık mal değil, gidin satan varsa ondan alın deyip gönderiyor. Kuzum ben seni yaban ellere vermem, ben sana dayanamam derdi. İşe giderken beni yanında götürürdü, yanımda ol, iş yapma derdi. Bütün beni isteyenleri reddettik. Ben buralardan evlenmem demişim, hatırlamıyorum bile, sonra söylediler babanızla evlenince.

Biraz zaman geçince babanızın öğretmen arkadaşları; seni bu köyden evlendirelim derler. Diyenlerde benim bir yıl önceki öğretmelerim. Babanızda hayır benim istediğim biri burada olmaz, ben kimseyi tanımıyorum der. Öğretmenler, biz tanıyoruz ve sende tanıyacaksın diye konuyu açarlar. Biz geçen sene 4 kızımızı mezun ettik ama birisi var ki onu mutlaka sana tavsiye ediyoruz, beğeneceğinden eminiz, çok zeki, terbiyeli ama çok sert, ciddi aynı zamanda güzel, tam evleneceğin kız derler, ikna ederler. Babanızla arkadaşlık eden, bizim de komşumuz olan evli birisine gizlice bizi sorar, o da aman öğretmen sana kim tavsiye etmişse iyi etmişler, eğer evleneceksen kaçırma, bende yardımcı olurum şayet verirlerse der.

Babanız, başka yerde öğretmen olan yakın arkadaşına mektupla bu konuyu bildirir. Onlar da babanızın ailesine mektupla bildirirler. Bunun üzerine Ali dedeniz köye gelir. Köyde asker arkadaşı varmış, ne tesadüf, ona misafir olur, sorar soruşturur ve iyice anlayınca beni istemeye bir kaç tanıdık ve öğretmen arkadaşları ile birlikte gelirler. Babam hayır deyip onları gönderir ve dede köyüne döner. 

15-20 gün sonra yanına ebenizi ve bir de dayıyı alarak tekrar köye gelirler. Bu arada babanız boş durmuyor, Hasan emmiyi de bulup araya katıyor. 

Ve dönelim bize, işler iyice çıktı, iş çok, nisan ayı ekim dikim başladı. Ben de artık işe yarıyorum. Gücümün yetip yetmediği her işe koşturuyorum ama çok zorlanıyorum. Ellerim yüzlerim ayazın soğuğundan çatlıyor, kremim süt yüzü çiğ kaymak. Bu sıralarda anacığım bana çok sert davranıyor. Seni isteyenler çoğaldı, sen hiç iş bilmiyorsun, nasıl veririm seni kocaya. Yolda yürürken etrafa bakma, büyüklerin önünü kesme, sırıtma, oğlanlarla konuşma gibi sözler söylüyor. O ciddiliğim, etrafa bakmayışım devam ediyor.

Bir gün Hasan emminin evine halı dokumaya yardıma gönderdi anacığım. Emmi, Münise nene,  öbür amcanın gelini ile ikimiz halı dokuyoruz. Emmi babanızı öğle yemeğine çağırmış. Babanız beni orada görünce, arkadaşlarına, bu gün evleneceğim kızı gördüm, sizlere daha çok güvendim, kararımı verdim diyerek, anne ve babasını çağırıp tekrar beni istemeye geldiler. Babam beni vermemek için onları zora koşuyor. 10 tane beşi bir yerde yaparsanız olur diye kestirip atıyor.

Ali dedeniz, hayır çok fazla yapamam diyor ama annesi, illa madem oğlum istemiş yapacağız diye kabul ettiriyor, bunun üzerine beni nişanlıyorlar. Aradan bir ay geçiyor, gelin kızı görmeye anne, baba, amca, dayı ve Urguya yenge geldiler. Üç gün kalıp, işi düğüne bırakıp gittiler. Yedi ay sonra düğün yapmaya geldiler. Gelini Kırşehir’e götüreceğiz demişler, anacığım, hayır oraya göndermem, oğlunuz burada, düğünde burada olacak, şayet zorlarsanız kızım evimde sözüm evimde, o zamanın deyimi ile oğlunuzla kızımın eli eline değmedi, bu iş burada biter deyip kesip atmışlar. Onlar da mecbur kalmışlar, kabul etmeye etmeye 7 ay sonra düğün oldu. Ha unuttum, bu arada babam, abeyimi babanızın köyüne, dedenler nasıl birileri, kimler, neciler diye araştırıp soruşturmaya gönderdi. Döndüğünde, iyi insanlar olduğunu, kime sorduysam hepsi de çok iyi aile dediler diye babamları rahatlattı.

Okul tatile girince babanız eşyasını bize taşıdı, eşyası da bir bavul içinde kitaplar, 4 tane kahve fincanı, bir kat yatak ve bir kilim. Babanız memleketine gidiyor, giderken bizim eve Allahaısmarladık diye beni görmeye geliyor ama görmek yasak. Evde kim varsa görüşüyor, ben avluda arkadaşlarımla çizgi oynuyorum. Bir ay sonra geri geldi, ben evde yalnızım, ev işi yapıyorum, birden kapıdan giriverdi, çok korktum, koşa koşa Hasan emmilere gittim ve Münise neneme; nene diye bağırdım. Korktuğumu anladı, ne oldu kızım söyle niye korktun, geldi evde dedim, korkudan titreyerek. Beni evimize getirdi, kucaklayıp odaya aldı. Kızım nişanlın gelmiş, insan bir hoş geldin der, üçümüz oturduk, ilk yakından gördüğüm o oldu. Anacığım eve gelinceye kadar beni yalnız bırakmadı nene. Babanız 2-3 gün sonra tekrar köyüne döndü.

Ben artık iş öğrenmeye başlıyorum, dantel, kanaviçe öğreniyorum. Hamur yoğurmayı, tandırda ekmek yapmayı hiç bilmiyorum ve yapmadım da. Derken sonbahar geldi, kışa hazırlıklar yapılıyor, pekmez, tarhana, makarna, bulgur, turşu, salça ve daha neler neler. Bir gün tarlaya azık götürdüm, yemekten sonra abeyim, hadi bakalım ekin biçmeye deyip orağı elime verdi ama hiç bilmiyorum, bir iki gösterdi, hemen öğrenilir mi? bana bir tokat attı, sanki ateş çıktı yüzümde. Babam dayanamadı, insafsız oğlum, o daha çocuk diyerek çıkıştı. O oldu bir daha tarlaya gitmedim.

Aralık ayı, 1956 sonu, düğün hazırlıkları başladı. Düzen düzüldü, düzen derken, kıyafet alındı, bir elbiselik, bir ayakkabı. Babanızın köyünden 6-7 akraba ve anne baba geldiler düğün öncesi. Babamların aşağıdaki eski evinde hazırlık yaptılar. Düğüncüler davullu zurnalı, pazar günü geldiler. Bizim buralarda adet, gelin gitmeden bir gün önce kına gecesi yapılır. Aynı günün gündüzü de damat donatma olur. Dua ile damatlığı giydirilip harçlık toplanır. Akşam olunca kınam yakıldı. 10 kadar arkadaşıma da kına yakıldı, oynadılar eğlendiler. 2 gün önce resmi nikahımız kıyıldı. Pazartesi sabah arkadaşlarım evlerine gittiler. Annem, babam, ablalarım, hepsi başıma toplanıp güzel sözler söylediler, öğütler verip ağlaştılar. Hele anacığım, hiç unutmam çok ağladı. Öğle namazından sonra aşağı evimizden gelini yani beni almaya yine davul zurna ile geldiler, eski evimize gelin gittim. Ertesi gün sabah duvak şenlikle açıldı, mahalle toplandı, oynadılar, güldüler. Gelin oldum ya saçımdan yüzüme inen iki parça kestiler, dualar okundu, yine eğlence oldu ve düğün bitti. Düğüncüler köyüne gitti. İşte böyle evlendik. Çocukluğumda burada bitti. Gelelim bundan sonraya.


EVLİ, ÇOCUK KADIN

Yarım yamalak çay yapmayı biliyorum. Ekmeğimi anacığım yapıyor, bazen de yemek gönderiyor. Yalnızca evin döküntüsünü topluyorum, döküntüde yer yatağı, kilim, 3-4 berdi yastık, köşede 2 minder, kenarda teneke soba. Mutfak eşyası olarak bir yağ tavası, bir tencere, bir leğen, bir sini, iki sahan, bir de el yüz yıkamak için el leğeni, bakır tas, gaz ocağı ve çeyiz sandığım. Bunlarla mutluyuz. Günler geçti ve 15 şubat geldi. Kırşehir'e babanın köyüne gidiyoruz. Paramız yokmuş, yol parası için baban benden altın istedi ve aldı. Altını bozup yol parası yaptı. Yola çıktık, cadde de bekliyoruz, anacığım, babacığım, abiyim, ablalarım caddeye kadar bizi yolcu ettiler. Beni kucakladılar, annem, ablalarım hep ağlaşıyoruz, nedeni benim gurbete gitmem. Otobüs geldi, otobüs de kötü bir taka, Kayseri'ye vardık. O zaman direk Kırşehir'e direk otobüs yok. O akşam otelde kaldık. Ertesi gün yine yola çıktık, Kırşehir'e vardık ama kışın şiddetli zamanı, kar soğuk. O gece de Kırşehir'de oturan dayısının evinde kaldık. Sabah kalkıp kahvaltı yaptık, dayının hanımı Ayşe yenge saçımı tarayıp 2 örgü yaptı, vay yavrum, saçın uzun, kendin çok güzelsin ama çok küçüksün, seni Allah korusun diye beni okşadı. Baban bir jip kiraladı, çok şiddetli bir tipi var, jip zorlanıyor, ben korkuyorum, öyle böyle köye vardık.

Düğün gibi, gelin damat gibi karşılandık, köyde ki bütün öğretmen arkadaşları geldiler. Hoş geldiniz, hayırlı olsun dan sonra yemekler yendi, sohbetler edildi, sonra arkadaşları babanı alıp gittiler. Dayı kızı Haçça ile evdekiler kaldık. Hava soğuk, odanın ortasında sac bir soba, yerde iri saman döşeli, onun üzerinde onların pala dediği kilim serili. Orada yalnız evdeki kadınlar ve çocuklar oturuyor. Büyük erkekler evin dışında ayrı erkek odası var, orada mahallenin büyük erkekleri oturuyor. Neyse akşam hava kararınca köyün bütün genç kız ve gelinleri beni görmeye geldiler, arada fısıldaşıyorlar, gelin güzelmiş ama çok küçükmüş dediklerini duyuyorum. O sırada amcalarının hanımı haydin kalkın bakalım herkes oyuna diyerek herkesi kaldırıp kısır düğün yaptılar, tef yerine de ayna çalıyorlar.

Eğlence bitti, gece geç vakit oldu, yatacak yer düşünüyorum, meğer yatacak oda yokmuş. 2 kümes gibi oda, 2 evli kayınlar var ama odalarda soba yok. Yerler kuru, bize de odaların birinde yatak açmışlar, soğuk mu soğuk, üşüye üşüye orada sabahı ettik. Sabah kalktık, ben kadınlarla, baban erkek odasında kahvaltımızı yaptık. beni her gün bir akraba yemeğe yemeğe davet ediyor. Kayınvalidem beni yanına alıp bütün akrabaları gezdiriyor, arada yine akrabalarda birinin nişanına gidiyoruz. Bir yanımda Zahide yenge, bir yanımda kayınvalidem  korumalar gibi. Meğer boğazımda altınlar vardı, korku ondanmış. Birde köyde altın takılmazmış, geline başlık parası alırmış kız babası. Neyse nişan bitti akşam eve döndük. 

Ertesi gün sabah oldu, sabah kalktık, kahvaltı yapıldı, Bilal kaynım yanıma geldi, Ferdane dedi, sizin köyde annenin yaptığı baklavadan yedim, pek bir canım istedi, bugün ondan yapar mısın dedi. Olur dedim ama hiç yapmadım, bilmiyorum da diyemedim. Un isteyip hamur yoğurdum ama hiç özü yok, acemi işi diyerek yaptım, onlara göre iyi oldu çünkü onlar hiç bilmiyor baklava yapmayı. Böylece ilk baklavamı yaptım, tabii bana göre annemin ki gibi olmadı ama onlar beğendi. 2 gün sonra yine kar kış köyden ayrıldık, düştük yola. Kırşehir'den otobüse bindik Kayseri'de indik, oradan tekrar Nevşehir otobüsüne, köyde indik. Anacığım, ablalarım bizi bekliyor, sarım görüm olduk, hep beraber evimize indik ama sorular bitmiyor, 2 haftalık hasret tabii. O zaman telefon yok, gurbete gitmekte yok. Tatil bitti, mart ayı geldi, havalar düzeldi.

Bir gün babamın akrabasının düğünü var, babanız okuldan çıkınca düğüne gider. Anacığımda düğüne yardıma gidiyor ve oradan da bize geldi ama vakit akşam oldu, evine gidecek, ben göndermiyorum, Mehmet gelsin de öyle git diyorum. Bekle gelen yok, anacığım sinirlendi, uyuyamıyor. Ah kuzum, daha yeni evlisiniz, şimdiden böyle yaparsa ilerde tayınınız çıkıp başka yere gidince sen ne yapacaksın diye ağlamalı oldu. Sabaha karşı baban geldi, anacığım düzgün bir dille ikaz etti, insan haber verir dedi, baban da Harun'a söylemiştim deyip konuyu kapattı, sonra da köyde öyle bir şey yapmadı.

Bir gün mantı yapmaya kalktım, hamuru yoğuruyorum çok yumuşak oluyor, bir türlü beceremedim. Sonra hamuru bir gazeteye sarıp evin damına koydum, kuşlar yesin diye. Anacığım bize geldi, hava güzel, biraz dışarı çıkalım kızım hep evdesin, hava al dedi. Damda sarılı gazete içindeki hamuru gördü, bunu kim koymuş buraya dedi ama be kıpkırmızı oldum. Anacığım anladı benim koyduğumu tamam kızım olabilir senin hatan değil, benim hatam, sana hiç öğretmedim, bundan sonra sık sık yap, benden daha iyi yaparsın deyip kapattı.

Bir anım daha var, sene 1956, nişanlıyım, türkmenlik tarlamızda küçük bir göz evcik dediğimiz oda veya baklagiller, bulgur gibi yiyecek koyduğumuz yer var. Babam bu tarlaya çalışmaya gidiyor, kızım evlenip gideceksin, seni özleyeceğim, benimle gel diyerek, birlikte gittik. Evden azık almayı unutmuşuz. Babam çalışıyor, ben yanında oturuyorum. Öğlen oldu, acıktık, azık heybesine baktım, azık yok. Hiç ses etmeden evciğe girip biraz bulgur aldım, odun ateşini yaktım, pilav yapacağım, bu seferde yağ yok. Suyu kaynatıp içine bulguru koydum, birazda tuz. Yağsız salçasız pişti ve oturup karnımızı doyurduk. Kızım bu yemeği ne kadar lezzetli yapmışsın diyerek bir de aferin dedi.


ÇOCUKTAN ÇOCUK, İLK DOĞUM

Sene 1957, mayıs ayı, okulun lojmanında oturan Hacı Ali askere gitti. Lojmana biz taşındık. Babamların evi boşaldı, araya da abiyim taşındı. Düğünler oluyordu, arkadaşlarla düğüne gidip, oynayıp gülüp, hoplayıp zıplayıp eğleniyorduk. Bir gece bende şiddetli bir karın ağrısı başladı, sabaha kadar ağladım. Yataktan kalkıp el leğenine idrara oturdum, ne göreyim, kanama başladı. Kanamayla birlikte elim kadar bir et parçası düştü. Ağrı da geçti ama be korktum, hemen karşıda amcamın gelini Şerife nenenin evine koşup, o et parçasını gösterdim. Kızım bu bebek, nasıl yaptın, nasıl dayandın diye bana üzüldü, 3 aylık kız çocuğu imiş. Babanız öylece yatıyor, sormuyor bile niçin ağlıyorsun diye. Anacığıma da söylemedim, öylece atlattım bu olayı.

Bir yıl geçti, yine hamile kaldım. 9 ay sonra 19 haziran 1958 de sevgili oğlumu dünyaya getirdim. Yaşım 15, doğum çok zor oldu. Bilgisiz bir köy ebesi yardımı ile yavrumu doğurdum. Çocuktan çocuk. Baban da bu arada Nevşehir'e maça gitti. Doğumdan haberi bile yok. 3 gün sonra geldi. Ama nerden duymuşsa duymuş elinde demir beşik, içi salıncaklı olanından alıp geldi. Bana bir baktı, ne bir sevinme ne bir geçmiş olsun deme, bir şey söylemeden geçti oturdu. Anacığım, hoş geldin oğlum, nerelerdesin, karın doğurdu, oğlun oldu, sen 3 gün sonra eve geliyorsun. Kime güvenip te, bu kadar habersiz, gidip gelmiyorsun dedi. Babanız da, ben bilmiyorum babalık nasıl olur, sevgi nedir, bundan sonra öğrenirim inşallah dedi. Sevgi görmemişler, nedir bilmiyorlar, 9 kardeşler, nasıl büyümüşler, anne hangisine bakacak, çocuklar o kadar ucuz, o kadar bakımsız büyümüşler. Öğretmen okuluna bile Osman Çobanoğlu isminde öğretmeni kayıt yaptırmış, kazanmış öğretmen okulunu. Babanız, Hasan Oğlan öğretmen okulunu bitirip, bizim köye tayini çıkmış. Nerede  görmüş sevgiyi, nerden bilsin.

Dönelim yine Yurdal'ımın doğduğuna ve büyütmeye. Benim lohusalık bitti, iyileşip ayağa kalktım. Okulun bahçesinde sebzemiz var, anacığım ve babam bakıp diktiler ama kalan işleri bana, çapalanacak, sulanacak, otu alınacak. Anacığımın kendi işi çok, ben daha kırklıyım, babanız yine top peşinde. Benim daha kırkım çıkmadan, bende emin ellerdeyim, ilgilenen var, okul kapalı nasıl olsa diye, sorumsuzca, ay başında maaşı alıp köyüne gitti. Bir hafta sonra geldi. Kendine sigara parası ayırıp, maaşı babaya vermiş. Allah razı olsun anamdan, babamdan, bütün ailemden, kışlık yiyeceğim onlardan. Benim yalnız yağ, çay, şeker masrafım olurdu. Yoğurdum, sütüm Şadiye ablamdan. 


İLK TAYİN, KAYSERİ KIZILÖREN KÖYÜ 

Bu arada Yurdal'ım büyüyor, sütüm bol bol oldu, kendim zayıfım ama sütüm oğlumun kısmeti, hiç hasta olmadan büyüdün, şükürler olsun, bir yaşına girdi, el bebek gül bebek, sevimli, tombul. O yıl ekim ayında babanızın tayini çıktı, Kayseri'nin Kızılören köyüne. Meğer, askere giden bir önceki öğretmen arkadaşı şikayet etmiş, taraf tutuyor diye. Babanız da hemen Milli Eğitim Bakanlığına dilekçe yazıyor, acele Kırşehir'e tayinini istiyor. Okullar açık, apar topar lojmanı boşalttık, baban bir kamyon tuttu, eşyaları yükledik, haydi bakalım yola koyulduk. Babacığımda bizimle beraber, ben Yurdal'ımı bırakmam, siz işe dalar oğlumu hasta edersiniz diye bana güvenmedi. Dağ, taş, patika yollar derken Erciyes dağının eteğinde bir köy, bakımlı, belediyelik, lojmanı olan, lojman temizlenmiş, 3 de öğretmen var. Onların ve köylülerin yardımı ile eşyalar yerleştirildi. Akşam oldu, sabah oldu, ekmek sorunumuz var. Babam köyü dolaşmış, köyde ekmek fırını var ama hamuru kendin yoğurup, fırına kendin götürüyorsun. Ekmek mayası bulmuş babam, hadi kızım hemen hamuru yoğur dedi babam. Akşam hamuru yoğurdum, sabah erkenden, leğenle hamuru fırına götürüp ekmeğimizi pişirtip getirdi. Canım babam 3 gün yanımızda kaldı, bizi yerleştirip tekrar Başköy'e döndü. 

Bizi yalnız bırakmayan iki öğretmen bir de okul müdürü var. Oturduğumuz lojmanın yanında bir ev var, iki çocuklu bir anne bu evde yaşıyor, evin tepesi huni gibi sivri. Kadınların başları sarıklı, Yurdal'ım bu sarıklı kadınlardan korkuyor. Okul bahçesinin hemen dışında da suyu az akan bir çeşme var. Suyu oradan taşıyorum, başı sarıklı kadınlara alıştırmak için Yurdal'ı da yanımda götürüyorum. Köyde kadın var ama erkek çok az, neden erkek az diye sordum, meğer köyün erkekleri dışarıya çalışmaya giderlermiş. Köyde su yok, hep kuyu suyu kullanırlarmış. Kışın çok kar olurmuş, karları kuyulara doldurup, su olarak kullanırlarmış. 

Bir hafta sonra, cuma akşama doğru, babacığım, anacığım, Şadiye ablam çıka geldiler. 2 eşeğe heybelerle yiyecek erzak ne varsa yüklemişler. Köyde hiç bir şey yok, susuz, kıraç toprak. Babam demez mi oğlum seni şikayet edip askere giden öğretmen, arkadaşın Hacı Ali imiş, tekrar gelip köye lojmana yerleşti. Babamlar gitmeden dilekçenin cevabı geldi, Kırşehir'in Karahabalı köyüne vermişler. Aradan bir hafta geçti yine göç hazırlığı.

Göç hazırlığı oladursun, Mehmet Beyin kışın yaşadığı macerayı anlatayım. Babanız köye geldiği zaman yanında amcanız Bayram'da varmış, Bayram üçüncü sınıfa gidiyor. Aşağı caminin karşısında tek göz oda kiralamış, akşam aynı yatakta yatıyorlar. Hasan emminin evine yakın, ekmeklerini Münise nene yani amcamın karısı yapıyor parasıyla. Benimle de yeni nişanlı. Bu arada bizim kapımıza penceremize taşlar atılıyor, kapımıza kazma kürek asılıyor. Babam abiyim kimin yaptığını araştırıyorlar. Yine kışın şiddetli olduğu bir gece yarısı, herkes uykudayken babanızın penceresini taşlarlar ama ne taşlar, kocaman. Korkmuşlar, kafamıza gelseydi, orada ölürdük diye sonradan anlattı babanız. Sabah üşüyerek, korku ile Hasam emmime gider, olanları anlatır. Emmi de sabırlı olalım, düşünelim der. Sonra araştırır ki meğer Fadime ablamın kocası ve babası beraber yapmışlar. Olayda ablam olduğu için kapatılmış. Ablamın benden biraz büyük evlenecek kaynı vardı, beni ona almak için bu kötülüğü yapmışlar babana. Köyden beni isteyenlerden de çok kötülük yapan kimseler oldu, sebep: en güzel kızımızı yabancı adama verdiler diye. İşte bizim evliliğimiz böyle maceralı oldu. Seninle evlenmek için bütün bunlara katlandım diye sonradan anlattı.


İKİNCİ TAYİN, KIRŞEHİR KARAHABALI KÖYÜ

Gelelim yine göç hazırlığına. Eşyaları toparlayıp hazırladık, Yurdal'ım kucakta, Mehmet beni Başköy'e bıraktı. Mehmet Kırşehir'e tayin olduğu köyü görmeye ve aynı zamanda kamyon bulmaya gitti. Onlar gelinceye kadar biz de anacığımla hazırlık yapıyoruz. Çuvallarla erzaklar kurular hazırladık. 2 gün sonra Mehmet geldi kamyonla beraber. Anacığım, abiyim de sizi yalnız bırakmayız dediler, hep beraber Kızılören köyüne geldik. Eşyalarımızı kamyona yüklerken, köyden de yardıma gelenler oldu, çuvallarla soğan, patates, lahanayı görünce bunları bize satın dediler, çok zorladılar. Ağbeyim dayanamadı, verelim, siz zaten köye gidiyorsunuz oradan yine alırsınız dedi. Anacığımda gittiğiniz yerde var mı yok mu, ne olur ne olmaz diye çuvallardan birer çanta bölüp arabaya koydu.

Yine çıktık yola, bir türlü bitmek bilmiyor. Ağbeyimle Mehmet kamyonun üzerinde, anacığımın kucağında Yurdal'ım ve bende şoförün yanına bindik. Hava soğuk, şoförde topalların Mehmet Ali, eltimin babası. Arada bizimle konuşuyor, ne kadar iyi insanlarsınız, birbirinize çok düşkünsünüz, iyi ki Ali emmi sizinle hısım olmuş diyor. Saat gecenin 12 si Cemele'ye vardık. Eşyalar evin dışında küçük boş bir odaya konuldu. İçeri girdik, anacığımla beni bir odaya aldılar, hep beraber yaşadıkları oda. Kayınvalidem, bütün çocuklar iki yatağa, anacığımla ben de bir yatakta sabahladık.

Anacığım beni ve Yurdal'ımı bağrına basıp sabaha kadar hiç uyumadı, arada hıçkırarak ağladığını duydum, bunu hiç unutamadım. 8 tane büyük altınımı anacığıma vermiştim, yolda ne olur ne olmaz diye. Gece beni uyandırıp elbisemin cebine koydu, aman kızım bunlara çok dikkat et, bunlar senin güvencen diye beni uyardı. Sabah oldu, Asım kaynımın düğün hazırlığı varmış. Akrabalar düğün yemeğine yardıma gelmeye başladı, anacığım durur mu, bende yardım edeyim diye yemek yapılan yere indi. Yurdal'ım bırakmıyor, herkesi yabancılıyor. Ben Yurdal'a bakıyorum ama benden de yardım istiyorlar gelinim ya. Biber lahana haşlanmaya başlandı, lahana az geldi, bu yetmez demiş aşçı. O zamanlar hiç bir sebze ekip diken yokmuş köyde, her şey pazardan çarşıdan alınırmış. Vah tüh geç kalacağız, nasıl yetişecek derken, anacığım hemen, biz getirmiştik, nereye konduysa bulup getirin, hemen haşlayın der. 10 kök lahana varmış, yardımlaşıp yetiştirirler. Kayınvalidem sevinir, kendileri ile kısmetleri de geldi diye. Bu güzel anılarla düğün bitti. Ertesi gün anacığımla ağabeyim köye dönmek için izin istediler. İşte şimdi anacığım ve bana ayrılık hasreti başladı, bunu yazması bile çok zor yavrularım. Anacığım ağlıyor ben dayanamıyorum. Yurdal'ım hele anlamış olacak ki anacığımdan hiç ayrılmıyor.

Neyse, yolcu yolunda gerek diyerek yola çıktılar, o zamanlar köyde bizi taşıyan kamyondan başka araba, dolmuş yok. Hep beraber köyün altına kadar indik yolcu etmeye. Yurdal kucağımda, anacığım ağabeyim şoför mahalline binerken tekrar indiler, sarım görüm kucaklaşıp öpüşürken hiç ağlamayan ağabeyimin gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Böyle olacağını bilseydim tövbeler olsun seni vermezdim dediğini işittim. Sıra bizim Karahabalı'ya gitmemize geldi. 2 gün sonra bizde gideceğiz. 

Ali dedenin traktörü var, onu da Osman amcanız kullanıyor. Eşyaları traktöre yüklediler, Yurdal'ım kucağımda, hava soğuk, üçümüz traktöre bindik. Osman kaynım götürüyor bizi. Yollar kötü, patika, taş kaya, dere tepe, düşme korkusuyla Karahabalı köyüne vardık.(yaklaşık 50 km). Önceden ayarlanmamış, ev yok, muhtarı buldular. İki odalı bir ev sahibi Hirfanlı barajında çalışan Cemalettin kaynımın arkadaşıymış. Eşyalar oraya indirildi. Odanın biri daha inşaat halinde bırakılmış. Tuvalet yok, basamaklar tahtadan, aynı merdiven gibi, güya ikinci kat, altı bodrum, küçücük bir de bahçesi var. Bu tek göz oda da 3 ay oturduk. Yurdal'ım 2 yaşında. Martta başka bir eve taşındık. Ev sahibinin ikişer odalı iki evi var, Bu evde de 3 ay oturduk.

Yaz tatili geldi, biz oradan Cemele'ye geldik, biraz köyde kaldık, biraz Başköy'e gittik, derken okul açılma zamanı geldi. Tekrar Karahabalı'ya döndük. Eve girdik ki eşyalarımızın yerleri değişmiş. Sorduk hemen, meğer biz köyden ayrılınca, ev sahibi yakın bir köyden ikinci evliliğini yapmış, bizim halıları çeyiz olarak o köye götürmüş, düğün yapmış, karısını eve yerleştirip işini bitirince tekrar halıları ve aldığı diğer eşyaları getirip eve bırakmış.

Böylelikle bahara kadar da orada oturduk. Oradan da bir odalı yakın bir yere taşındık. Ekmeğimizi de onun bunun evinde yapıyorum. Ha bu arada taşınmadan önceki evde iken Cemalettin kaynım köyden birisi ile haber gönderiyor, yengen doğum yapacak, Ferdane'yi göndersin, bakacak kimse yok. Aylardan Şubat, soğuk mu soğuk, tipi, boranlı bir gün, köyde de bir jip var, yalnızca Kaman'a ve Hirfanlı barajına çalışıyor. 

Babanız beni kucağımda bir buçuk yaşında emzirdiğim Yurdal'ımla sözünü ettiğim jipe köyden bindiriyor. Tek başıma, kucağımda Yurdal'ım, başka hiç kimse yok. Kim gider o soğukta, yola çıktık, Kaman'a geldik ama Yurdal'ımı kucağıma sımsıkı bastırdım, çok korkuyorum. Kaman'da da kimse binmedi, yol bitmek bilmiyor, bildiğim bütün duaları okudum, korkudan titriyorum. Kardan tipiden yol bile zor görünüyor, derken baraja geldik. 

Kaynımlar su işlerinin lojmanında oturuyor. 2 odalı sobalı bir ev, biz salonda Yurdal'ımla birlikte ve iki kızlar da ayrı ayrı yerlerde yatıyoruz. Sabah kalkıp kahvaltı hazırlıyorum, kaynım işe gidiyor ben evin işini yapıyorum. Sanki ben o evin geliniyim, yengem çok sert, bana iş buyuruyor. Bir yandan Yurdal'ıma bakıyorum, bir yandan yemek yapıyorum. Mutfak evin 50 metre dışında, soba yok, buz tutuyor. Ben vardıktan 1 hafta sonra yenge doğum yaptı. İşler daha da çoğaldı. Annenin sütü yok gelmedi, çocuk aç, bana sen emzir dediler ama benim sütüm Yurdal'ıma anca yetiyor. Neyse 1 hafta emzirdim, Yurdal'ımın gözünden kıskanarak, ağlayarak. Benim ne hale geldiğimi düşünün artık. Derken 20 gün geçti, kaynım bir keçi aldı da onun sütünü verdik, ben de emzirmekten kurtuldum.

Yurdal'ım da bende zayıfladık, öyle böyle zorluklarla 1 hafta daha geçti. Havalar biraz bahara döndü ama bizi arayan soran yok. Babanız ne arıyor ne soruyor. Babacığım havaların iyi olmasını fırsat bilip, Karahabalı'ya gelmiş, nerde kızım oğlum diye sormuş ağlamaklı olmuş. Babanız, baraja gönderdiğini, yengesine bakacağını anlatmış ama babam inanır gibi olmamış. Sabahı zor etmiş, ben baraja gidiyorum demiş. Bir sepet getirdiği elmadan doldurmuş, doğru baraja, aramış sormuş evi bulmuş.

Kapı çaldı, açtım ki babacığım karşımda. Ne yapacağımı bilemedim, sevincimden ağladım, yengem zeytin ekmek getirdi, onunla karnını doyurdu. İşten çıkınca kaynım geldi, babamı görünce çok sevindi. Hoşbeşten sonra çocuktan söz ettiler, babam bebeğiniz hayırlı olsun dedi. Tahir amca sağol, oğlumuz olalı bir aya yaklaştı daha adını bile koymadık, herhalde sana kısmetmiş dedi ve öylece babam çocuğun kulağına ezan okuyarak ismini koydu. Bu arada Yurdal'ım uyandı, babamı görünce unutmamış hemen kucağına atladı. Babam gözyaşlarına boğuldu, kucağından inmedi.

Ertesi gün sabah kaynım bizi kamyonla Karahabalı'ya getirdi. Evimize geldik. Ne göreyim, sanki ev evlikten çıkmış, çöplük olmuş, babamdan utandım. Oturduğumuz ev iki odalıydı, bir odada yüksek bir yere yufka ekmek kaymıştım, fareler delik deşik etmişler. Sigara kokusu, izmaritler içerde, meğer köyün bir kaç tanıdık gençleriyle tam bir pis bekar evi yapmışlar. Şükür babam vardı, Yurdal'ımla meşgul oldu, ben de evi temizledim, adam bulup yufka ekmek yaptırdım, yani anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Ben evi düzene koyunca babam köye döndü. Yaza çıktık, okul kapandı.

KIRŞEHİR GÜNLERİ

Biz köyden Kırşehir'e eşyalarımızla birlikte, öğretmen arkadaşın vasıtası ile 2 odalı bir ara, karşısında 2 oda daha, 2 kapılı han gibi, bir de bahçesi var, bu eve oturduk. Arif kaynım, babanızın halasının oğlu ismet, ikisi de ortaokul öğrencisi, bizde yiyip içiyorlar. Hafta sonları kayınbaba, Vehbi amca bizdeler. Hasan Sarı, Osman Sarı bunlar ve daha başka arkadaşları sık sık yemeğe geliyorlar. Yemek yapmaktan gına geldi. Tek bir gaz ocağı, düşünün halimi, güya dikiş kursuna gidecektim. 

Bir gün öğleye doğru, bahçe kapısı caddeye bakıyor, ben evin işine dalmışım, bahçe kapısını açık bırakmışız. Yurdal'ım 2 yaşında, açık kapıdan yola çıkmış, yol boyu iki yüz metre kadar gitmiş. Bir de baktım Yurdal'ım yok, kapı açık, koştum yola, korkudan ne yaptığımı bilmiyorum, koşup yavrumu yakaladım.

Dikiş kursuna gidemedim ama oturduğum evin karşısında, 2 katlı bir evin üst katında oturan kaymakamın hanımı vardı. Bir gün bana çaya geldi, onu çok sevdim, kibar, kafa dengi bir hanım. Sohbet ettik, o zaman hazır giyim, konfeksiyon yok, dikişten giyimden konuşurken, bende o yılın “Burda” dergisi vardı, kullanmayı bilmiyorum dedim. Hanım anlıyormuş, bana Burda'dan nasıl kalıp çıkarıldığını gösterdi, çok sevindim. Ara ara görüştük, biraz da kendi kendime ilerlettim. Böylece 3 ay geçti tekrar Karahabalı'ya döndük.


TEKRAR KARAHABALI

Köyde ikinci senemiz, Yurdal'ım 3 yaşında, okul açıldı, okul da tek bir göz oda. Bazen Yurdal'ım da gidiyor okula. Oturduğumuz evi yine değiştirdik, bu sefer de bir göz oda. Bir yıl yani okullar kapanana kadar. O yaz babanız askere gitti. Yurdal'ımla beni Başköy'e bıraktı. 3 ay askerlik yaptı. Anacığım, babacığımla beraber, Yurdal'ım el bebek gül bebek 3 mutlu ay geçirdik. Babanız askerden döndü, kışlık yiyeceğimizi de alarak tekrar Karahabalı'ya döndük. Tek göz oda da kışı geçirdik. Bahara yine bir ev daha değiştirdik. 2 odalı arada da tandırlık var, 20 lira kira veriyoruz. İşte bu evde Erdal'ım doğdu. Sene 1962 Ocak 1. Bu evde 4 ay oturduk. Erdal bir aylık babam geldi, 2-3 gün beraber kaldıktan sonra, yavrularım gideceğim ama aklım burada kalacak, Yurdal'ıma bakamazsın, hangi birine bakacaksın, anan Yurdal'ı getir mutlaka diyerek, birlikte gittiler. Benim için çok zor oldu, hep ağlıyorum, sanki gönderdiğime pişman olum. Köyde 2 ay kaldı, şubat ve mart. Nisanda geri döndüler, bu sefer Şerife ile beraber. Dünyalar benim oldu, sevinçten uçuyorum, yavruma kavuştum.

Köyde babamın sınıkçı olduğunu öğrenmişler, tam dönecekken, birinin atının bacağı kırılmış, gelip babama yalvar yakar oldular. Babanız dedi ki, baba sana güvendiğim için ben söyledim iyi bir sınıkçı olduğunu, bu at insanların ekmek teknesi, çok sevap olur, bir gün daha kal. Onun üzerine atın bacağını sardı, Allah yardım etsin mundar hayvanın kırığı pek tutmaz derler ama elimden geleni yapacağım. Dua ederek atın bacağını sardı ve Şerife'yi bize bırakarak tekrar Başköy'e döndü. Yalnız kalmadım, çocuklarla ve Şerife ile mutlu yaşadık. Bahar geldi Şerife köye geri döndü.

Sevgili Erdal'ım 4 aylık oldu, yine başka bir eve taşındık. Nisan ayı bol yağmur yağıyor. Evin damı üzerimize akmaya başladı, evi ısıtamıyorum, bayağı sıkıntı çektim. Baban sabah kalkıp okula gidiyor, akarsa aksın uğraşamam, idare ediver deyip duruyor. Zaten köyüme ev yaptıracağım, emmiye para gönderiyorum, dilekçe verip köyü isteyeceğim ve dediğini de yapıyor. Maaşının çoğunu amcasına gönderiyor, ben çok sıkıntı çekiyorum. Evin yapılması 2 yıl sürdü, bu arada dilekçenin cevabı geldi, köye tayin çıktı diye sevindik. Bir hafta izin aldı, köye göç ettik, ev kurumamış, her yeri rutubet yaş........

ANNEMİN ANILARI BURADA BİTİYOR.

 













 




15 Şubat 2021 Pazartesi

Covid-19, Ne Çektim Be.

 

ASLI COVID-19 HASTASI, 2020 KASIM

Kasımın ilk haftası, Aslı bugün kendimi iyi hissetmiyorum diyor, ihtimal vermese de, ne olur ne olmaz, hemen test yaptırıyor, sonuç pozitif. Eyvah eyvah. Evde 4 kişiyiz, nasıl olacak, biz de kaptık mı virüsü acaba, nasıl koruyacağız kendimizi. Anında geliyor filyasyon ekibi, astronot elbisesi giyinmiş iki kadın. Uzaktan ilaçları veriyorlar, birisi asansörün kapısını tutuyor, asansör gitmesin diye, kaçarcasına gidiyorlar, soru sormamıza bile fırsat vermiyorlar, İlaçların nasıl kullanılacağı kutunun üzerinde yazıyor. Hepimize ev hapsi. Aslı 10 gün biz 14 gün karantinadayız, sanki biz yakalandık virüse, dile kolay tam 14 gün. Mehmet Ali evden çalıştığı için çok etkilenmiyor ama biz ne yapacağız, hiç dışarı çıkmadan, aynı evde Aslı ile hiç görüşmeden. 

Aslı'yı çok sıkı karantinaya alıp, izole ediyoruz. Banyonun birini yalnızca Aslı kullanıyor. Odasından ancak lavaboya gideceği zaman çıkabiliyor, tam bir hücre hayatı. Diğer zamanlarda odasından hiç çıkmıyor. Yemeğini odasının kapısına bırakıyoruz. Gıda ve temel ihtiyaçlarımızı internetten karşılıyoruz. 

Ateş ve halsizlik, ilk iki gün yüksek seyrediyor, İlaçların etkisiyle Aslı sürekli uyku halinde. Üçüncü günden itibaren biraz kendine geliyor, ateş düşüyor, halsizlik azalıyor. Altıncı gün neredeyse iyileşiyor. Sekizinci gün tekrar test yaptırıyor, yaşasın negatif. 11.gün işe başlıyor. Biz 3 gün daha ev hapsine devam. 14 gün evde kalmak sıkıcı ama olsun kazasız belasız bu süreci atlatıyoruz, hiç birimiz yakalanmadık ya virüse, mutluyuz.


BEN VE BELKIS COVİD-19 OLUYORUZ, 2020 ARALIK

İki hafta ev hapsi sonrası Kasımın son haftasında İşe başlıyorum tekrar, her şey yolunda. Bir hafta çalışıyorum, tam hafta sonu geldi derken, cuma akşama doğru hafif bir üşüme ve halsizlik hissediyorum. Akşam yemekte evdekilere de söylüyorum. Maske takmıyorum evde ama her ihtimale karşı yaklaşmıyorum kimseye, uzak duruyorum. Keşke taksaydım maskeyi. Ne olur ne olmaz, ayrı odada yatıyorum o akşam. Sabah kalktığımda yine aynı hafif üşüme hali ama iyi hissediyorum. Aslı nöbetçi, hemen arıyorum onu, baba riske atmayalım hemen test yaptıralım. Test sonucu akşama çıkacak, izolasyona devam.

Öğlene doğru işyerinden arkadaşım Umut arıyor, dikkatli olmam için bilgi veriyor, bende hafif üşüme ve halsizlik var, test yaptırdım, sonucu bekliyorum diyor. Eyvah eyvah aynı belirtiler, kovid olma ihtimalimiz yüksek. Akşama doğru tekrar arıyor Umut, sonuç pozitif, tamam hapı yuttuk. Bir kaç saat sonra da filyasyon ekibi beni arıyor; sonucunuz pozitif, on dakikaya geliyoruz. Gerçekten hemen geliyor bir kişi, bu sefer normal kıyafetli, uzak duruyor ama vebalıymışım gibi de davranmıyor, 2 kutu hap, her gün sabah akşam, birinden sekizer tane, öbüründen birer tane yutulacak.

Umut ile ortak bulunduğumuz ortamları düşünüyorum, hepsinde de maskemiz vardı, hiç uzun görüşmemiz olmadı, kimden nasıl kaptık bilmiyorum. O hafta içinde işyerinde çalıştığım binada 20 den fazla kişinin pozitif çıktığını öğreniyorum. Süper bulaştırıcı mı vardı ki?

Hastalığı Aslı gibi hafif geçireceğimi tahmin ediyorum. Belirtiler, burun tıkanıklığı, halsizlik ve hafif ateş. Tanıdıklar, eş, dost, akraba telefonla arıyorlar hastalığımı öğrenince, konuşmakta zorlanmıyorum, sıkıntı çekmeden hepsiyle rahat konuşabiliyorum, her şey normal, beklediğim gibi. Hastalık ilerlese bile, şanslıyım ki Aslı Aralık ayında kovid servisinde çalışıyor, hastalığı iyi biliyor. 

İkinci gün tomografi çektiriyorum, akciğerlerde bölgesel buzlu cam görüntüsü var, yani ciğerler de hafif zatürre belirtileri var, bu hastalıkta olabilirmiş, telaşlanacak bir şey yok. Ara sıra oksijenimi ölçüyorum, 93-95 arası, normal limitlerde. Aslı uyarıyor, baba nefes almakta güçlük çekersen ya da oksijen 90 altına düşerse hastaneye yatman gerekir, tedavine hastanede devam ederiz, unutma, ihmale gelmez diyor.

Üçüncü ve dördüncü günlerde aynı, sıkıntı yok. Beşinci gün Aslı'da olduğu gibi iyileşmeyi bekliyorum artık. Umut'la konuşuyorum, Umut iyi hissediyor iyileşmeye başladığını söylüyor. Bir ara oksijenimi ölçüyorum, o da ne 88-89, tekrar yükseliyor, 90 oluyor, kötü hissetmiyorum ama, yine de Aslı'yı arıyorum. Baba hemen hastaneye. Şehir hastanesine yatırıyorlar beni korona servisine, hastane tabelalarından bu servisin daha önce beyin cerrahi servisi olarak kullanıldığını öğreniyorum. Korona hastası çoğalınca değiştirmişler hemen. Kendi kendime espri yapıyorum, kimsede beyin yok ki, beyin cerrahisine de ihtiyaç yok demek ki. 


ŞEHİR HASTANESİ, 2020 ARALIK 

Odam Bilkent’e bakıyor, 3. kat, bir cephe boydan boya cam,  bir tane pencere var, hafif açılabiliyor, sık sık havalandırmak rahatlatıyor, iyi oluyor. Tek kişilik odada kalıyorum, geniş ferah bir oda, özel hastanelerin çoğunda yoktur böyle oda, kocaman çek yat var refakatçı için. Dışarıda kuru ayaz olmasına rağmen oda iyi ısınıyor, istediğiniz sıcaklığa ayarlayabiliyorsunuz. 

Hastanede hemen damar yolu açılıyor. İlk gün düşük oranlarda oksijen ve kortizon veriyorlar. Kortizonun, beni hemen olumlu etkileyeceğini söylüyor doktorlar. Moral veriyorlar, suratım nasıl görünüyorsa artık, endişelenmememi, nice 90 yaşındakilerin iyileşip gittiğini söylüyorlar. Ben kötü hissetmiyorum ki zaten. Kendime güvenim tam, turp gibiyim. Tahliller fena değil. Zaten doktorlar da hep olumlu şeyler söylüyor. Aslı'nın duygusal davrandığını, boşuna telaş yaptığını, gereksiz yere hastaneye yattığımı düşünüyorum.

Hastalığa yakalandıktan beş gün sonra Belkıs'da benimle aynı belirtileri gösteriyor, hemen test ve tabii ki sonuç pozitif. Belkıs hastalığı benden kapıyor, fazladan sırt ağrısı da var. Tomografisinde de kalp zarında sıvı birikmesi görülüyor. Aslı bu durumu söylemiyor Belkıs'a ve bana, moralimiz bozulmasın diye. Babama refakatçı olursun, hem de çabuk iyileşirsin diye ikna ediyor Belkıs’ı, doğru hastaneye. 

Ben hastaneye yattıktan bir kaç gün sonra, Aralık ayının ortalarında  Belkıs'da hastaneye geliyor, aynı odada kalıyoruz. Niçin yattığına bir türlü anlam veremiyor. Neden geldim buraya, nefes alma sıkıntım yok, oksijen seviyem 99, evde iyileşebilirdim diyerek söyleniyor. Bir süre birlikte kalıyoruz. İyi günde kötü günde beraberiz. Neyse ki kortizona ihtiyaç duymadan bir haftada durumu iyiye gidiyor, nefes alma sıkıntısı hiç olmuyor. Küçükken zatürre geçirmiş Belkıs, çok endişeleniyor ciğerlerinden ama korktuğu başına gelmedi. Bir ara göğüs doktoru geldi, Belkıs’ın filmlerine bakmış. Küçükken zatürre geçirip geçirmediğini sordu. İki ay sonra göğüs bölümünden randevu alın kontrol olmanızda fayda var dedi. Benden önce taburcu oldu Belkıs.

Hastanede üçüncü günüm. Sabah saat 6, uyandım, lavaboya gidiyorum, bugün daha farklı hissediyorum, sık nefes alıyorum, halsizliğim artmış. Lavabo da yüzümü bile zor yıkıyorum, nefes almakta zorlanıyorum, daha doğrusu ben nefes almaya çalışıyorum ama hava gelmiyor, sanki yeterli güçle çekmiyorum havayı içime, daha bir güçle çekiyorum havayı olmuyor yine yeterli hava gelmiyor. Anormal bir durum olduğunu anlıyorum. Hızlıca yatağa doğru gidiyorum, atıyorum kendimi yatağa. Sanki hava yok odada, bitmiş. Korkunç bir şey nefessiz kalmak, nefes alamamak. Oksijen hortumunu alıyorum burnuma hemen, çekiyorum içime ama rahatlama yok, çok zor nefes alıyorum. Buraya kadarmış, galiba gidiyorum, Abbas yolcu, eşhedü enla ilahe illallah. Aslı geliyor, oksijen miktarını arttırıyor, biraz rahatlıyorum. Hocasına haber veriyor Aslı. Kortizon miktarını arttırıyorlar. Bu duruma stokin fırtınası deniyormuş. İyileşmeyi beklerken çok daha kötüleşiyorsun, hücreler kendilerini yok ediyorlar. Kortizon ve oksijen miktarı arttırılmasına rağmen kandaki oksijen seviyem bir kaç gün yükselmedi. Hoca yüzüstü yatmamı istedi, ciğerleri açıyormuş. Sırtüstü yatmak yerine yüzüstü ve yan yatmaya gayret ettim. İş yerinde benimle birlikte hasta olanların hepsi iyileşiyor, ben kötüleşiyorum. Hiç bir kronik rahatsızlığım da yok, şans işte. 

Naz yapan hasta değilimdir, mız mız etmem, ağrı eşiğim yüksektir. Halsizlik neyse de nefes alamamak dayanılır gibi değil. Öyle bir illet ki nefesi ciğerlerde tutamıyorsunuz. Yıllar önce, diş hekiminden; dolgularımı yaparken ağrı kesici iğne kullanmamasını istedim, emin misin, dayanamazsın dedi, ısrar ettim, peki deneyelim dedi. Gıkım çıkmadı, o ağzımın içinde çalışırken. İğne olmak ve sonrasında oluşan uyuşma hissi benim için katlanması  daha zor. Bu acıya nasıl dayandığıma şaşırmıştı diş hekimi. Sonraki ziyaretlerimde uyuşturucu iğneyi istemediğim halde yaptı, uyuşturmazsam her an ters bir hareket yapacağını düşünerek rahat çalışamıyorum dedi, mecburen kabul ettim.

Kortizonun ne olduğunu hastanede öğrendim, tedavi amaçlı kullanımı dışında, bazı sporcuların yasa dışı kullandığı doping maddesi, bana verilen kortizon miktarı arttırılınca, iştahım da müthiş arttı. Sürekli bir şeyler yemek istiyorum. Hastanede verilen tatlı hariç her türlü yemeği silip süpürüyorum. Tatlıya karşı isteğim yok. En çok da turşu ve lahmacun çekiyor canım, sanki aş eriyorum. Evden gelen meyveler, yiyecekler, hiç bir şey bırakmıyorum. Sabah kahvaltı bitmeden öğlen yemeğini düşünmeye başlıyorum. Dünyayı yiyeceğim sanki, korkunç bir yeme isteği. 

Sabah kahvaltı 6.30 da. Henüz dışarısı zifiri karanlık, 8.30 da ancak aydınlanıyor. Gün aşırı haşlanmış yumurta, her gün beyaz peynir yada kaşar, tereyağı, bal yada reçel, bazen salçalı acılı sos, bazen simit, Ankara simidi, yanında çay veya süt. Öğlen çorba, et ve sebze yemeği, makarna ya da erişte, meyve, tatlı. Akşam da benzeri menü. Her öğün yoğurt var. Süt ve yoğurt Aynes marka. Porsiyonlar bol, yemekler lezzetli, hiç hastane yemeği gibi değil. Yemek konusunda seçici değilim ama yine de takdir ediyorum yemek kalitesini. 

Gün, sabah 6 da temizlikçilerin gelmesiyle başlıyor, paspas ve dezenfekte ediyorlar odayı, banyo ve lavaboyu temizliyorlar. Güler yüzlüler, işlerini ciddiyetle yapıyorlar, korkmuyorlar virüsten, alışmışlar. Her gün iki kez doktorlar, dört kez hemşireler geliyor vizit, ilaç ve kontroller için. Hepsi de kovid uzmanı, kovid savar olmuşlar, işlerini dikkatle yapıyorlar, kovid servisinde çalıştıklarını bilmiyormuş gibi canla başla görevlerini yapıyorlar. Ben olsam bu kadar virüslü hasta arasında nasıl çalışırdım bilmiyorum. Allah yokluklarını göstermesin.

Kortizon damar yolundan veriliyor. Ayrıca kan sulandırıcı iğne yapılıyor ve bilmediğim menekşe renkli küçük bir hap yutuyorum, her gün düzenli olarak kan alınıyor ve şeker ölçümü yapılıyor, oksijen seviyem kontrol ediliyor. Sabahtan akşama kadar televizyon açık, boş boş bakıyorum kanallara. Öyle böyle geçiyor vakit. Son iki gün hariç sürekli oksijen alıyorum burnumdan. Odadan dışarı koridora çıkmak yasak, Allahtan oda büyük de bir kaç adım atabiliyorum, hareketsizlikten kaslarım zayıflıyor, tam bir hücre hayatı. 

Bir süre sonra yüzümün görüntüsü değişiyor. Yüzüm büyüyor, ay yüzlü oluyorum, kortizon kullananların yüzünün aldığı şekle ay yüzlü deniliyor. 17 gün hastane tedavisinden sonra Aralık sonunda yeterince iyileşip taburcu oluyorum, sağlığıma kavuşuyorum, bir süre de evde tedaviye devam ediyorum. Yılbaşını ailemle birlikte evde geçiriyorum, çok şükür.

TABURCU OLUYORUM

Eve gider gitmez turşu kavanozuna saldırıyorum, bir kaç tane salatalık yiyorum, Seval'in yaptığı gerçek ev turşusu, süper lezzetli turşu, biraz da meşhur Çubuk turşusundan alıyorum, adı çıkmış Çubuk turşusunun, Seval'in yaptığı turşu on basar. Aslında yemiyorum turşuyu, aceleyle tıkınıyorum, Annemin sözleri kulaklarımda çınlıyor,  bu ne acele, yavaş ye oğlum boğulacaksın, ardından atlı mı geliyor? derdi. Evdekiler hayretler içinde ne yaptığımı anlamaya çalışıyorlar, engellemeseler bir kavanoz turşuyu yiyebilirdim. Kortizon kullananların tuzlu yememeleri gerekiyormuş ama turşu gözümde tütüyordu dayanamadım. Ah şu kortizon ah. Çocuklar ve Belkıs benim yemek yememi şaşkınlıkla izliyor, yemek yemiyorum sanki saldırıyorum, anında silip süpürüyorum. Doymak nedir bilmiyorum. Bu kadar fazla yemek yememe rağmen kilo da almadım. Evde aldığım kortizon hapları bitince iştahımda normalleşmeye başladı.

En küçük bir zorlamada, yorulmada nefes almam hemen güçleşiyor. Zamanla açılacakmış ciğerlerim. Kan sulandırıcı iğne ve ekopirin kullanmaya devam ediyorum. Evde dinlendikçe daha iyi hissediyorum. Zor bir süreçten geçtiğimi biliyorum. Aslı olmasa belki çok daha ağır geçirecektim kim bilir. 

Eve geldikten sonra aldığım bir haberle çok üzülüyorum. 30 yıldır birlikte çalıştığım iş yerinden arkadaşım Adem’i kovid nedeniyle kaybettiğimizi öğreniyorum. Aynı zamanlarda virüse yakalandık Adem’le, aynı hastanede yattık, ben kefeni yırttım ama o yoğun bakımdan çıkamadı, nefesi yetmedi. Aynı yaşlardaydık. Hasta olmadan önce işyerinde ayaküstü görüştüğümüzü hatırlıyorum. Emeklilik planı yapıyor, yılbaşında emekli olacağım, yoruldum artık diyordu. Uşaklıydı, köyünde tarlasına ceviz fidanlarını dikmiş, onları yetiştirecekti. Hayalini gerçekleştiremedi, ömrü yetmedi. Allah rahmet eylesin.

Eve çıktıktan iki hafta sonra iyileşiyorum, artık işe dönebilirim. Ocak ortasında tekrar işe başlıyorum.


SON SÖZ

Bu hastalığın kime nasıl etki yapacağı belli değil. Ben de kendime güveniyordum, hiçbir kronik rahatsızlığım yok, bana bir şey olmaz diyordum. En iyisi iyi korunmak ve hastalığa yakalanmamak. Bir musibet bin nasihatten daha iyi derler ya, bu hastalığın tek faydası hayatın değerini daha iyi anlamak oldu, nefes almanın bile ne kadar önemli olduğunu anladım. Hayatta karşılaştığım sorunlara hoşgörüyle bakmak gerektiğini, keskin sirkenin küpüne zarar verdiğini, en önemli şeyin yaşamak, sağlıklı yaşamak olduğunu öğrendim. Hayata bakış açımın değiştiğini söyleyebilirim.

Hiç kimsenin hastalanmaması ve herkesin sağlıklı olması dileğiyle, önce sağlık.





3 Şubat 2021 Çarşamba

Acı Zamanlarım

 Anne ve babamı 1,5 yıl arayla kaybettim. 2019 Nisan'da başlayan sıkıntılı, acılı, zor zamanlarım yazıyı hazırladığım 2021 ocak ayına kadar devam etti.

BABAMI KAYBEDİYORUZ, ANNEM KALP KRİZİ GEÇİRİYOR 2019 NİSAN

Babamın hareketlerinde ve hafızasında olumsuz değişimler olduğunu ölümünden altı yıl önce, hacca gitme hazırlıkları döneminde ancak anladım. 

Hacca gitmek isteyenlerin sayısı belirlenen kotadan fazla olduğu için gidecek olanlar kura ile diyanet tarafından belirleniyordu. Bizimkilere yıllardır kura çıkmamıştı. Bıkmadan usanmadan her yıl kuraya katılıyorlardı. Çevrelerinden tavsiyeler veriyorlar, şöyle yaparsanız kurasız gidebilirsiniz diye. Babam asla istemiyor, her yerde olur ama hacda böyle haksızlıklar olmaz, kutsal görev bu, kurayı bekleyeceğim çıkarsa giderim, yoksa gitmem diyor, usulsüzlük, haksızlık yapıp gidenlere de çok kızıyordu. Çevreden o kadar çok görüyoruz ki, politikacıları kastetmiyorum, onlara hac zaten serbest, istedikleri kadar gidiyorlar. Çevremizde, özel bir durumları olmadığı halde kurasız giden bir dünya insan var, üstelik bazıları her yıl gidiyor, halkın içinden insanlar bunlar. Hac konusunda tek yetkili diyanet. İnanılır gibi değil, diyanet bu haksızlıklara nasıl izin veriyor, her şey göz önünde oluyor. Başkasının hakkını hiçe sayıp yapılan ibadet ne kadar ibadet olabilir. Bu işlerde bari adalet olsun. Tam hatırlamıyorum ama 5 yıl mı, 10 yıl mı kura çıkmazsa otomatik gitme hakkına sahip oluyorsunuz. Bizimkilerde en sonunda otomatik gitme hakkına kavuştular hacca gitmek için, iyice yaşlandıklarında, tam da en zor zamanlarında.

Annem, babamın davranışlarında değişimler olduğunu görmüş, ama yaşına göre normal olduğunu düşünerek bize söylemeye gerek duymamıştı. Biz de hareketlerinde ki yavaşlamayı görüyor ve yaşlılığındandır diyorduk. 

Hac kıyafetlerini almak için babamla Ulus’ta Hacı Bayram'a gittik. Uzun zamandır  ilk defa babamla çarşıya çıkıyorduk. Küçük adımlarla dengesiz yürüyor, her an düşebilirmiş izlenimi uyanıyordu. Kaldırıma inip çıkarken çok zorlanıyordu. Hac elbisesi için terziye gittik. Terzi ölçüyü aldı, elbise bitince haber vermek için babamdan telefon numarasını istedi. Babam kendinden emin, bir numara söyledi, yanlış. Terzi itiraz etti, amca bu numara eksik dedi. Babam tekrar bambaşka bir numara söyledi, baktım olmayacak, müdahale ettim, numaramı verdim, beni arayın dedim. Belli oldu, babamda bir sorun var, doktora gideceğiz.

Aslı'nın tavsiyesiyle doktordan randevu alıp gittik. Doktor yürümesini izledi babamın, hangi yıldayız diye sordu, 1875 dedi babam, hangi gündeyiz? kendinden emin, bir gün söyledi babam, nafile yanlış, saati sordu, saate baktı babam ama söylediği saat bambaşkaydı. Annem sinirlendi babama, bey; nasıl bilmezsin, çok kolay sorular diyerek cevabı veriyordu hemen, sanki sınav yapıyordu doktor. Biz hem gülmemek için kendimizi tutuyor hem de annemi susturmaya çalışıyorduk. Doktor teşhisi koydu, alzheimer. Hastalığı epey ilerlemiş. Bir kaç tane ilaç yazdı. Alzheimer ilaçları hastalığı durdurmuyor ama süreci yavaşlatıyor. Hacca gitmeseniz daha iyi olur dedi doktor, yer değişikliği olumsuz etkileyebilir. Doktordan çıktığımızda annem hırsını alamamıştı, babamın dikkatsizliğinden yanlış cevaplar verdiğini düşünüyor ve nasıl bilemezsin diyerek söylenmeye devam ediyordu. Her şeye karşın gitmek istediler hacca. Hep birlikte yolcu ettik, hacca uğurladık. Birlikte gittikleri diğer hacılara bizimkilere göz kulak olmalarını rica ettik. 

Hac dönüşleri çok sıkıntılı oldu özellikle babam için. Annemin hacda yaşadıkları ve anlattıkları tam bir kabus. Belki hiç gitmeseler daha iyi olacaktı ama artık çok geç. İlerleyen günlerde babam hiç nedensiz sık sık düşmeye başladı. Düşünce kalkamıyordu, annemin de kaldırmaya gücü yetmiyordu, komşulardan yardım istiyor, olmazsa bizi arıyordu. Apar topar gidiyorduk. Annem en sonunda kendisinin bu durumu sürdüremeyeceğini anladı ve bakıcı bulunmasına razı oldu.  

Yatılı hasta bakıcısı Türkiye'de büyük sorun, hele hasta erkekse sorun iki kat artıyor. Türk bakıcı bulma ihtimali yok, yabancı bakıcılar ücreti dolar olarak istiyor. Hani işsizlik vardı. İşsizlik var doğru ama kimse bakıcılık yapmak istemiyor. Bakıcı ücreti asgari ücretin bir buçuk, iki katı, haftada bir gün de izin ve izin harçlığı. Kırgız bir bakıcı buluyoruz, genç kız, hasta bakıcılıkla hiç bir ilgisi yok ama bizde çok bir şey beklemiyoruz. Eli kolu sağlam olsun yeter. Kırgız bakıcı iyi niyetli, çalışkan. Türkçesi çok az. Anlaşmak zor, annem Türkçe de öğretiyor ona. Kırgızca ve Türkçe de epey ortak kelime olduğunu öğreniyorum, şaşırıyorum. Türkçe gerçekten çok geniş bir coğrafyaya yayılmış. Bakıcılar fakir insanlar, yoksa niye gelsinler Türkiye'ye çalışmaya. Genellikle eşlerinden ayrılmış yada bekar, evlerinin geçim kaynağı bunlar, kazandıklarını olduğu gibi memleketlerine gönderiyorlar. Türkiye’de çok fazla yaşlı olduğunu düşünüyorlar. Yemek kültürleri zayıf, et ve hamur ağırlıklı, at etini çok sevdiklerini öğreniyorum, dana etinden daha lezzetli pahalı olduğunu söylüyorlar, kımız içiyorlar, sayelerinde kımız tattık, ekşimiş süt tadında, değişik mantıları var, buharda pişiriliyor, lezzetli. 

Bakıcıya rağmen, annem bir keresinde babamı tutmak isterken düştü ve kolunu kırdı. Aylar sürdü iyileşmes. Bir yıl sonra bakıcı ayrıldı, ülkesine döndü, başka bakıcı bulduk. Bazılarını denedik olmadı, bazıları da bir kaç ay sonra daha hafif iş buldu gitti. Bir kaç bakıcı değiştirmek zorunda kaldık. Çok sıkıntılı bir durum bakıcılarla uğraşmak. Babam her geçen gün daha kötüye gitti. Defalarca hastanede tedavi oldu, evde bakım hizmeti aldık, ama yapacak bir şey yok, süreci tersine çevirmek mümkün değil.

Babamın hastalığı adım adım ilerledi, önce yürüme becerisini yitirdi, sol kolu hiç tutmadı, sonra konuşma yeteneği, tuvalet becerisi ve en sonunda da yutma refleksi kayboldu. Karnından midesine açılan bir delikten besleniyordu özel mamalarla.

Nisan 2019 başları. Babam bir süredir yine hastanede, artık iyileşme umudu kalmadı. Annem evinde yalnız yaşıyor, bakıcı henüz ayrılmış. Babamın uzun süren hastalığı nedeniyle en çok sıkıntıyı annem çekti, çok yıprandı. Hem babamın durumu hem yabancı bakıcılarla sürekli aynı evde bulunmak annemi epey yordu, tüketti. Bir yıl öncede kalbinde ritim bozukluğu nedeniyle hastanede operasyon yapıldı, ritim bozukluğu düzeldi.

Bir akşam annem aradı, oğlum gel, kötü hissediyorum. Annem sağlığından pek şikayet etmez, hele hele telefon edip hemen gel hiç demez, demek ki ciddi bir durum var. Aslı'da nöbetçi değil, tesadüf evde. Annemin evi bana yakın, 2-3 km uzaklıkta. Hemen Aslı'yla birlikte alelacele gidiyoruz. Annem kanepeye uzanmış yatıyor. Soğuk terler döküyor. Aslı hemen muayeneye başlıyor, sorular soruyor, ben soğuk almıştır, dinlenirse geçer diye düşünüyorum. Bir kaç dakika sonra Aslı; babaannem büyük ihtimalle kalp krizi geçiriyor, risk alamayız acilen hastaneye götürmemiz gerekir diyor. Tamam, 112 den ambulans çağıralım diyorum, en geç 15-20 dakika da gelir, daha önce babam için defalarca çağırdığım için tecrübeliyim, biliyorum. 15 dakika çok geç olabilir, hemen götürmemiz gerekir diyor. Yapacak bir şey yok, hemen annemi sırtlıyorum, alıyorum kucağıma, Allahtan 50 kilo olduğu için sıkıntı olmuyor, rahat taşıyabiliyorum. 29 mayıs devlet hastanesi eve 300-400 m uzaklıkta. 3 dakika sonra hastanedeyiz. Hastane acil servisi kalabalık, en az 50 hasta var sıra bekleyen. Aslı hemen görevli doktora koşuyor, durumu anlatıyor, Aslı kendi yapıyor bundan sonrasını, ekg çekiyor, evet kalp krizi, annem kendini kaybetmeye başlıyor. 

İyileşecek hastanın ayağına doktor gelirmiş derler ya, ne tesadüf ki, kardiyoloji doktoru o akşam hastanede, telefon ediyorlar geliyor hemen, Ersin hoca. Aslı ile Başkent'ten tanışıyorlar, Aslı öğrenciyken, Ersin hoca da asistan, uzmanlığını yapıyor. Ersin hoca hemen annemi kapıp içeri götürüyor, merak etmeyin diyor. Bir kaç saat sonra yoğun bakımın önünde durumu anlatıyor bize, üç damar da tıkalı, birine yapacak bir şey yok çok ince ama diğer ikisine stent taktım, durumu iyi, bu haliyle hiç sıkıntı çekmeden hayatını sürdürebilir diyor. Seviniyoruz. Daha sonraları Ersin Hocaya kontrol için defalarca gidiyoruz. Annem çok seviyor Ersin Hocayı.

Bir hafta kadar hastanede kalıyor, sonra bize götürüyoruz, hızla iyileşiyor, eskisinden çok daha iyi, morali yerinde, iştahı iyi. Namaz kılıyor, kitap okuyor bolca, yüzü gülmeye başlıyor, Yumoş kedimizi çok seviyor, konuşuyor kediyle, oynuyorlar birlikte. Bu zamana kadar hep annem bize baktı, yıllar sonra ilk defa annemi bizde ağırladığımız için biz de çok seviniyoruz. Babamın da yükü olmayınca üzerinde, kendine geliyor annem, rahatlıyor. Çocuklar da çok keyifli, babaanneyle birlikte olmaktan. On gün kadar devam ediyor bu durum, haftaya gideyim kendi evime, iyileştim artık diyor. Haftaya bakarız anne, acele etme diyoruz, ama haftayı bekleyemiyoruz bile, babamın vefat haberini alıyoruz.


BABAMI KAYBEDİYORUZ 2019 NİSAN

2019 Nisan sonu, babam iyice kötüleşiyor, tekrar yoğun bakıma alıyorlar, doktorlar da yapacak bir şey olmadığını söylüyor, bekliyoruz. Alzheimer zor bir hastalık, özellikle hastaya bakan için, tedavisi de yok. Babam 6-7 yıldır hasta, annemin yükü ağır. Annem hep, oğlum Allah bana sınav yapıyor biliyorum ama ben dayanacağım derdi, sonuna kadar da dayandı.

Hastaneye son gidişinde yine yoğun bakıma aldılar babamı. Tam da annemin kalp krizi geçirdiği zamanlar, annem 29 Mayıs hastanesinde yatıyor, babam Başkent hastanesi yoğun bakımda, iki farklı hastane. Çok moral bozucu, zor günler, işten o kadar çok izin aldım ki, çekiniyorum artık izin almaya. İşte olduğum bir gün telefon çaldı, babamın doktoru, hastaneye gelin  diyor, acil demediği için şüphelenmiyorum, neden çağırdığını anlayamıyorum, yine hastaneden çıkarmak istiyorlar galiba diyorum, çıkmasını istemiyorum çünkü, evde bakımı mümkün değil. Bir saat sonra hastaneye vardığımda, durum kritik diyor doktor, babanız ölmek üzere, yaşam ünitesinden henüz çıkarmışlar, çok az da olsa hayat belirtisi var. Abimi ve Seval'i arıyorum hemen, sonrası bilindik defin işlemleri, taziyeler. Babamın vefatı sürpriz değil, bekliyorduk ama annemin kalp krizi geçirdiği zamana denk gelmesi çifte acı oldu.


ANNEMİ KAYBEDİYORUZ 2021 OCAK

Babamın ölümünden bir yıl sonra, Aslı kovid olmadan hemen önce, annemin ziyaretine gittiğimde şiddetli karın ağrısı olduğunu, gece boyunca sıkıntı çektiğini, ağrı kesicilerin bile çare olmadığını söyledi, safra taşı ağrısına benzetti, safra kesesi uzun yıllar önce alınmıştı. Hastanelere gitmeye çekiniyoruz kovid nedeniyle ama yapacak bir şey yok mecbur kalırsak gideceğiz, tekrar ağrı olursa hemen aramasını söyledim. Bir kaç gün sonra sabah erken aradı annem, yine aynı ağrı. Hemen gittim Belkıs ile birlikte. Abimi de aradım. Hastane sonrası işe gitmeliydim. Annemi hastaneye abim ve Belkıs’a bırakıp işe geçtim. Telefonda durumu öğrendim. Annemde taş olabilirmiş, ileri tahliller gerekiyormuş. Acil serviste tedavi mümkün değil, geçici olarak ağrıyı dindiriyorlar.

Aslı gerekli randevuyu alıyor, tomografi sonucuna göre annemin safra kanalında taş var. Safra kanalı, karaciğerden ince bağırsağa açılıyor ve safra kesesinin görevini yapıyor. Endoskopi benzeri bir yöntemle, mideden ince bağırsağa, oradan da safra kanlına girerek taş alınabilirmiş.

Taşın alınması için annem hastaneye yatıyor. Tam da bu sırada kovid virüs kapıyor Aslı. Ben, Belkıs ve Mehmet Ali 14 gün temaslı olarak evde izole oluyoruz. Annemin yanında abim kalıyor refakatçı olarak, ben evde izoleyim, elim kolum yetmiyor. Abimin işi çok zor, gece gündüz sürekli refakatçı olarak kalmak çok yorucu, üstüne de uykusuzluk. İzolasyon süresi biter bitmez, refakatçı ben oluyorum, gece annemin yanında gündüz işte, Belkıs kalacak gündüz. Annemi iyi görüyorum, anne benim ayağım uğurludur göreceksin çabuk iyileşeceksin diyorum. Sohbet ediyoruz. Nereden bilirdim ki bu son sohbetimiz ve birlikteliğimiz olacak. Sabah Belkıs geliyor, ben işe gidiyorum. Yalnızca bir gün kalabiliyorum annemin yanında refakatçı olarak. Aynı gün annem taburcu oluyor, Seval'in yanına gidiyor.

Ben kovid virüs kapmadan bir gün önce iş yerinden Seval arıyor, annem fenalaştı diyor, hemen ambulans çağır diyorum, hastaneye gitmek istemiyormuş annem, yapacak bir şey yok bekleyemeyiz. Acil serviste iç kanama teşhisi konuluyor ve gerekli tedaviye başlıyorlar. Sonraki gün, bu sefer de ben kovid virüs kapıyorum. Bu ne kadar şanssızlık önce Aslı’dan dolayı 14 gün izole oluyorum, bir hafta sonra da işyerinden virüsü alıp ben hasta oluyorum. Abim yine sabah akşam 24 saat refakatçi olarak annemin yanında. Annemi ancak telefonda görüyorum, konuşamıyor, zayıflamış, durumu sağlıklı görünmüyor. Kovid beni fena çarpıyor, yerden yere vuruyor, uzun bir süre hastanede tedavim devam ediyor. Aynı hastanenin bir bloğunda ben, diğer bloğunda annem kalıyor, görmem mümkün değil, ne kadar zor ve acı bir durum. 

Annem benden önce taburcu oluyor ama durumu iyi değil. Bu sefer evine geliyor. Abim ve Seval birlikte kalıp annemi eski sağlıklı haline getirecekler. Seval çok iddialı, anneme öyle bir bakacağım ki çabucak iyileşecek ve eskisinden daha iyi olacak göreceksiniz diyor. Abim de çok olumlu ve sabırlı. Annem gün be gün daha iyi oluyor gibi ama genel durum bir türlü dengeye oturmuyor. Annemin sağlığı bıçak sırtında, her an denge bozulacakmış gibi. İyileşir iyileşmez hemen koşuyorum anneme. Ancak bir kez görüyorum annemi o da  bir kaç dakika. Kovid nedeniyle yaklaşamıyorum bile, çok zayıflamış ve sağlıksız görüyorum annemi. Annemle en son vefatından bir kaç gün önce telefonda görürüşüyoruz, abinin beli ağrıdı bana bakmaktan, sen neden gelmiyorsun diyor. Tamam diyorum annem iyileşiyor artık.

Ürgüp'ten kuzenimiz Sultan geliyor, Seval ile birlikte bakacaklar anneme, Sultan çok becerikli. Annemin kısa sürede iyileşeceğini umuyoruz. Hemen ertesi gün sabaha karşı telefon çalıyor, Seval, annemi kaybettik. Kahroluyoruz, sanki rüyadayız, iyileşmesini beklerken birdenbire kaybediyoruz. Hep dua ederdi, yataklara düşmeden al canımı Allahım derdi. Duası kabul oldu. Türkiye’de en iyi yapılan kamu hizmeti cenaze işleri. Sistem iyi çalışıyor. Akraba ve çevremize defin sonrası haber veriyoruz. Kalabalıklarda kimsenin kovid olmasını istemiyoruz. Babamın yanına defnediyoruz annemi, 65 senedir birlikteler, bir yıl aradan sonra tekrar kavuşuyorlar birbirlerine. Nur içinde yatsınlar.

Basit bir işlem zannettiğimiz taş alma operasyonu, komplikasyonlar nedeniyle annemi kaybetmemize neden oldu. Hiç bir sıkıntısı olmayan sapasağlam bir insandı. Zamansız kaybettik. Şok olduk.

Acılar çok fazla üst üste geldi, üstüne üstlük birde kovid, mahvetti hepimizi. Bitsin artık bu sıkıntılar, ara verin biraz, soluklanalım, kendimize gelelim.

Babam da çok hissetmemiştim ama Annemin vefatı hepimizi çok etkiledi. Hayata bakışım değişti.

 Bekir Coşkun’un şiirindeki gibi, çok güzel anlatıyor hissettiklerimizi.


BİR KADIN GİTTİĞİNDE

KADINLAR gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.
Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur:

Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...

Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.

Sık sık boynunu büker "sarıkız".

O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.

Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.

Bir kadın gittiğinde...

Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...

Bir anne gider... 

Bir dost... 

Bir arkadaş...

Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde.

Bekir Coşkun




1 Kasım 2020 Pazar

Yaşam Yeri Olarak, Datça'mı? Fethiye'mi? 2020 Eylül, 2. Bölüm

 DATÇA'DAN FETHİYE

Datça Fethiye arası yaklaşık 4 saat. Datça'nın, karadan tek çıkışı olan Marmaris'ten sonra, Dalaman, Göcek yolunu izleyerek Fethiye'ye ulaşıyoruz. Datça Marmaris arasında yol kenarında bir kaç yerde yaban eşekleri görüyoruz, doğada yaşamaya, hayatta kalmaya çalışıyorlar, yol kenarında buldukları yiyeceklerle, ne bulurlarsa artık. Çöplerini arabadan dışarı atan, yol kenarına bırakan çok insan var, eşekler için şans. Arabada yiyecek olarak ne varsa, elma, armut, ekmek, durup veriyoruz bir grup eşeğe. Yol o kadar dar ki, trafiği tehlikeye atmamak için iyice yanaşıyorum kenara. Belkıs hemen ver yiyecekleri, beklemek tehlikeli diyorum. Belkıs kapıyı açıp iniyor ve kayboluyor, Belkıs yok, yol kenarı dik, Belkıs kayıp düşüyor, neyse ki bir şeyi yok, kahkahalarla gülüyoruz. Eşekler insanlara alışmış, kaçmıyorlar, sakin sakin yiyorlar. Kısmette yaban eşeklerini beslemekte varmış.

Marmaris'te "Balcı Gökmen'de" durup bal alıyoruz. Balcı Gökmen fiyatları abartmış, nedeni; Marmaris bu sene çok sıcak yapmış, bal az olacakmış.  10 dakika Marmaris turu yapıyoruz. Yalnızca üç beş yabancı turist görüyoruz, çok sakin Marmaris, pandemi fena vurmuş.

Klasik ziyaret yerimiz, Akçapınar  "Aşıklar Yoluna" uğramadan geçemiyoruz, okaliptus ağaçlarının arasında yürümenin hazzına varıyoruz. Tost yiyoruz ritüel olarak, yine beğenmiyoruz, bir daha yememeye kararlıyız. Nasıl ünlü olmuş bu tost anlamakta güçlük çekiyoruz. Böyle bir manzara da özelliği olan, güzel bir yiyecek, içecek olmamasına şaşırıyoruz, varsa da biz bilmiyoruz. 

Marmaris'ten Fethiye'ye kadar her yer yemyeşil. Datça'nın kurak olduğu daha iyi anlaşılıyor. Datça'da bir akşam üzeri çarşıya indiğimizde sular kesikti, gün boyu da akmamış, kullanılabilir tuvalet bulmak için çok uğraştım. Restoranların tuvaletleri kapalıydı susuzluktan, ama mutfakları hep açıktı, varın gerisini siz düşünün.

FETHİYE

Fethiye'ye ilçeden çok, 160 bin nüfusuyla şehir demek daha doğru. Göcek bile Fethiye'nin mahallesi olarak geçiyor.  Datça nüfusu sadece 25 bin. 

Fethiye'ye gelmeden önce, Arkadaşım Civan'ı arıyorum, eşi Sevgi ile birlikte, Fethiye'de otel ve pırlanta işiyle uğraşıyorlar. Markaları "infinity".  "İnfinity lily apart'dan" yer ayırıyor bize. Otel Koca Çalış'ta, denize 4-5 yüz metre, yanından dere akıyor, çevresi balta girmemiş orman gibi, yemyeşil bitki ve ağaçlar, yeşilin bin bir tonu. Derenin içini nilüfer kaplamış, çiçekleri de var. Lily'nin nilüfer çiçeği olduğunu orada öğreniyoruz. 

Otele yerleşiyoruz, otel müşterileri çoğunlukla yabancı, İngiliz, Rus ve diğer ülkelerden. Oda düzenlemesinde de onlar dikkate alınmış, doğal olarak. Odada ilk gözümüze çarpan kocaman bir jakuzi, Civan gelişmeleri, değişimi ve piyasayı iyi takip eder, demek ki yabancı müşteriler için jakuzi önemli. O an "Kafa Radyo'da"  yayınlanan "Nihat ve Sivrisinek" programı aklıma geldi, Sivrisinek sürekli her konuşmasının arasına bir jakuzi sokuşturur, jakuzi aşağı, jakuzi yukarı,  jakuzi saplantılı bir rolü var. Espriler bile jakuzi üzerine. Tam ona göre bir oda.

 Jakuzi bizim için yalnızca bir süs. Oda da çok yer kaplayan bir süs. En az 2 ton su alır, neymiş masaj yapıyormuş, yazık o kadar suya, hakkımız olmadığını düşünüyorum tonlarca içme suyunu harcamaya. Kaldığımız süre boyunca hiç kullanmadık. Doğal kaynakları pervasızca tüketiyoruz, buna bir şekilde son vermemiz gerekiyor. Param var istediğim kadar doğal kaynak kullanabilirim diyenler kesinlikle engellenmeli. Örneğin Ankara'da çim ekimi yasaklanmalı.

Sevgili Civan arıyor, akşam bizdeyiz yemekte, bekliyoruz balık var. Akşam karanlıkta yön duygum kayboluyor. Telefondan google gps ile buluyoruz evi. Sohbeti koyulaştırıyoruz, sosyal mesafeye de dikkat ediyoruz. Civan pişiriyor balıkları, deniz levreği, gerçekten çok lezzetli, Datça şarabıyla birlikte şahane gidiyor, yemekte her şey çok nefis ve özenli, Sevgi'nin ellerine sağlık. 

Soruyorum Civan'a, hangi semte bakalım, ne dersin?  Cevap tam politik, "gezin abicim her yeri, Belkıs nereyi beğenirse oradan alın evi, Belkıs'ın beğendiği yer en iyi yerdir, sözümü dinle bak, sen de rahat edersin." Hiç riske girmiyor çok akıllı, siz önce beğenin almadan önce konuşalım, teknik bilgileri veririm diyor. Sevgi, politik değil, Koca Çalış'ı tavsiye ediyor, sahile yakın ve denizi temiz, bir de Foça yani Çalış, hareketli ve nezih bir semttir. Gecenin geç saatlerine kadar sohbet ediyoruz. 2 gün yokuz diyor Civan, Denizli'de olacaklarmış. Otele dönüşte yine gps kullanıyoruz, ilk gün, Fethiye'de yön bulma becerim oluşmadı henüz. Diğer günlerde bile bir kaç kez kullanmak zorunda kaldık gps desteğini.

Sabah erken kalkıyoruz, tertemiz hava, oksijen çarpıyor, uyuyamıyoruz daha fazla. Sonraki gecelerde odada sivrisinek avlıyoruz, çevre hep su, bitki, esintide yok, sivrisinek kaçınılmaz. Datça'yı düşünüyoruz, sürekli estiği için hiç sivri olmadı, esinti bir kez olmadı, o da bir kaç saat, sivriler saldırmıştı hemen.

Haydi Belkıs dışarıya, hem çevreyi tanır hem de denize gireriz. Gelirken ekmek alırız, kahvaltı odanın balkonunda. Bu tatilde riskin daha fazla olduğunu düşünerek, özellikle dışarda kahvaltı yapmamaya özen gösterdik pandemi nedeniyle. Hem Datça hem Fethiye'de balkonda yaptığımız kahvaltılardan büyük keyif aldık. Beş yıldızlı otel kahvaltılarından bu kadar hoşlanmamıştık. Otel çevresi yemyeşil, derede nilüfer çiçeklerine bakıyoruz, su üzerinde büyük büyük çiçekler, çok ilginç, sanki birileri çiçekleri derenin içine yanlışlıkla düşürmüş gibi, su üstünde öylece duruyorlar.

Denizin hangi tarafta olduğunu göremiyoruz, her yer düz ve bitkilerle kaplı. Biraz yürüyünce denize gidenleri görüp takip ediyoruz. Çok kolaymış yol. Sahile varıyoruz. Deniz dalgalı, dalga yalnızca sahile yakın kesimde. Biraz yürüyüp dalgasız bir koy buluyoruz, atlıyoruz denize. Nerde Datça'nın o mavi, temiz denizi, kıyaslanamaz bile.

Gelmeden önce internet araştırması yaptım, Foça, Çiftlik(Koca Çalış), Akarca ve Babataşı semtlerini yaşanabilecek yerler olarak belirledim. Sevgi'nin de önerileri bu yönde oldu zaten. Araştırmalarımızı bu semtlerde yapacağız. Bu semtlerin ortak özellikleri sahile paralel sıralanmaları ve yerli yada yabancı dışardan gelenlerin çok oldukları yerler. Fethiye'de aynı zamanda çok yoğun yerli nüfus var. 

Kahvaltı sonrası araba ile çevreyi dolaşıyoruz, Koca Çalış genellikle eski yazlıkların ya da bireysel villaların olduğu semt, sosyal yönü zayıf, sezon dışı kalınmaz, bir de dev gibi otel yapıyorlar sahile, iyice kirlenecek deniz, hiç bir özelliği kalmayacak, eliyoruz burayı. 

Foça güzel semt beğeniyoruz, bir kaç emlakçı ile konuşuyoruz, semti tanıyıp ev geziyoruz. Siteler gerçekten çok güzel, Türkiye değil de başka ülke gibi, hele yaşayanları gördükten sonra. Giriyoruz bir siteye, tatil köyü havasında, korunaklı gerçek site, Datça'daki siteler gibi adı site değil. İki katlı binanın dubleks olan üst katı satılık, altta iki daire üstte iki daire var. Kapılarda isimlikleri okuyoruz, Smith, Brown, Jones, Williams, gezdiğimiz ev dahil tamamı İngiliz. Sitenin yüzde doksanı İngiliz. Yaşlı İngilizler ve biz. İngiliz huzurevi gibi. Yazın varlar kışın yoklar. Sitenin güzel olması yeterli değil, site sakinleri de önemli. Foça'da gezdiğimiz bir kaç site daha aynı havada. Foça'da yerleşme fikrinden uzaklaşıyoruz.

Türklerin de yaşadığı semtlere, merkeze doğru biraz daha yaklaşıyoruz. Akarca ve Babataşı. Merkeze ve Çalış'a eşit uzaklıkta. Denize girilmiyor bu semtlerde ama parklar, yürüme ve bisiklet yolları var sahilde. Türkler ve yabancılar birlikte yaşıyorlar. Bu iki semti beğeniyoruz. Gezdiğimiz evler hoşumuza gidiyor.

BABADAĞ

Sanmayın ki Fethiye'de yalnızca semt ve ev baktık, yarı zamanda da gezdik. Yazımda, yalnızca bu sefer gezdiğimiz yöreleri anlatacağım, yoksa Fethiye'de gezilecek yerler o kadar çok ki. Babadağ bunlardan ilki. Yıllardır televizyondan izlerim yamaç paraşütçülerini, hep gıpta ederim nasıl bir yer, nasıl atlıyorlar diye. Kısmet bu seneymiş. Üniversite yıllarımda paraşütle atlamıştım uçaktan, merakım var o yıllardan  beri. Fethiye'den  Babadağ çok yakın görünmesine rağmen, kıvrıla kıvrıla 0 dan, 1200 m yüksekliğe çıkan yol 25 km ve 45 dakika da ancak ulaşılmakta. Daracık bir yol, ormanların içinden geçerek ulaşılyor. 1200 metrelik yüksekten başlıyorlar yamaç paraşütü ile uçmaya. O kadar yüksek ki, uçaktan aşağı bakar gibi hissediyorsunuz. Hatırlıyorum, ben uçaktan atlarken yükseklik 500 m idi, burada 1200 m, çok daha yüksek.

Zirve en az 5-6 derece daha soğuk ve müthiş esiyor. Kışın kar olurmuş. Özel olarak yamaç paraşütü için yapılmış tesisler, camlı yürüme yolu, kafe, atlama pisti her şey o kadar güzel ki. Bütün gün keyifle burada kalabilirim ve hiç sıkılmam. İnanın insanda yamaç paraşütü ile uçma isteği uyandırıyor. Fiyatı da uygun, 350 tl, ya da 50 dolar. Ölüdeniz'den çıkış ve eğitim dahil. Görseniz pilotları gencecik, aslan gibi gençler, çok da efendiler, öyle ustalaşmışlar ki sanki çok basitmiş gibi uçmak. Keyifle yaptıkları çok belli. Günde kaç kez uçuyorlar kim bilir, ekmek parası. 

Bir saat kadar kaldık yukarda, Belkıs, üzerim çok ince üşüyorum demese uzun kalırdık. Bir saatte en az 50 uçuş yapılmıştır. Yukarıda teleferik direkleri gördük, Ölüdeniz'den başlayan teleferik, Babadağ zirveye kadar ulaşacakmış. Çok az kalmış tamamlanmaya. Manzara izlemeyi, heyecanı seviyorsanız mutlaka ziyaret edin.

YEŞİL ÜZÜMLÜ

Yeşil Üzümlü, Fethiye'nin yaslandığı tepede bir yayla köyü. Yaklaşık 15 km. Yolu güzel, asfalt. Merak ettik gittik. Ormanlar içinde bir yayla köyü. İngilizler burayı yıllar önce keşfetmiş, yazın daha serindir tahminim. İngilizler için denizden önce güneş daha önemli. Onların geldiği yıllarda tarla fiyatları da çok ucuz, hemen satın alıp yerleşiyorlar, fiyatlarda fırlıyor doğal olarak. Çok bir özelliğini göremedik ama ormanın içinde harika havası var.

ÖLÜDENİZ

Türkiye'de yaşayan bir insanın gözlerini kapatın, birlikte İngiltere'ye gittiğinizi söyleyin, gereken arka plan fonu da oluşturun. Ölüdenize getirin, gözlerini açın, bahse girerim Türkiye'de olduğunu anlamaz. Sıcak bir İngiltere kasabası zanneder, sıcak olmasına da şaşırır. Her şey İngilizlere göre ayarlanmış, ne de olsa para onlarda, restoran menüleri onlar için, kafeler de içecek ve futbol maçı yayınları onlar için. Dükkanlar öyle. İngilizlerin çok yoğun yaşadığı bir yer olsa gerek. Türkiye Türklerindir diye bir söz vardı, artık pek duymuyorum, Türkiye parayı verenindir demek daha doğru galiba.

FETHİYE BALIK HALİ

Balık yeme mekanı ve meyhane olarak, gördüğüm en iyi yerlerden. Balığı, ortada bulunan balıkçı tezgahlarından alıp gözünüzü kestirdiğiniz bir restoranda pişirtiyorsunuz. Restoranlar iç içe, hangisi nerede başlıyor bitiyor belli değil. Çok kalabalık bir yer, sakin zamanda gitmekte fayda var.

KIYASLAMA

Datça ve Fethiye, her ikisi de Akdeniz'de olmasına rağmen, birbirlerinden çok farklılar. 

Datça'da su kısıtlı, Fethiye su cenneti, her yerden su fışkırıyor, yemyeşil. 

Datça çoğunlukla yerli tatilci ama Fethiye'de çok fazla yabancı tatilci ve yerleşimci var. Yabancılar Fethiye'nin standartlarını yükseltmiş, disipline etmiş, örneğin kamusal alanlar, yollar, sahil, çok daha temiz. 

Havaalanı, Fethiye'ye 45 dakika, Datça'ya ise 3 saat. 

Ankara'dan Fethiye, Datça'ya göre 100 km daha kısa ve yolu daha konforlu. Datça'nın yolu çok zorlu.

Datça'nın sağı deniz, solu deniz, önü deniz, yanı deniz, her yer kapalı. Bir yere gitmek için mutlaka önce Marmaris'e ulaşmak gerekiyor. Fethiye'nin her yanı açık, ulaşımı kolay, yakın çevresi daha keyifli.

Datça'nın denizi harika, dünyada yok. Fethiye'de o kadar değil, güzel deniz için Fethiye'nin çevresine gitmek gerekiyor.

Hava sıcaklık değerleri benzer olmasına rağmen, Datça sürekli esen rüzgar nedeniyle daha konforlu.

Fethiye yerleşimi düzlükte, yürümek ve bisiklet için daha uygun, Datça, hem yokuş hem de yaya ve bisiklet için planlanmamış.

Fethiye yaz, kış sürekli yaşanan bir yer. Datça'ya sezon dışı gidilmez.

Fethiye şehir yaşantısına daha yakın, Datça henüz bakir.

Ev fiyatları yaklaşık aynı

Fethiye'nin sosyal olanakları daha fazla.


SON SÖZ

Kıyaslama sonucu tercihimiz Fethiye. 

Yaşam Yeri Olarak, Datça'mı? Fethiye'mi? 2020 Eylül, 1. Bölüm


Yaşam yeri olarak Datça ve Fethiye kıyaslaması ile Datça yolu üzerinde karşılaştığım lezzet mekanını  anlattığım bu yazımı rahat okunması için iki bölüme ayırdım. 1.Bölümde  Datça, 2. Bölümde  Fethiye ve sonuç.

2020 Eylül sonu, tatil için defalarca gittiğimiz Datça'ya, bir kez daha gidiyoruz, sonra da Fethiye, birer hafta. Bu sefer sadece tatil ve gezmek için değil,  yeni bir yaşam yeri de bakacağız. Amacımız yalnızca yazlık değil, aynı zamanda sezon dışı da zaman zaman gidip gelmek için bir yer bakıyoruz. Yıllarca yazlık sahibi olmaya hep soğuk durduk, uzaktan baktık, artık zamanı geldi.

DATÇA VE İLK GÖZ AĞRIMIZ PALAMUTBÜKÜ

Datça'ya ilk ziyaretimizin üzerinden 26 yıl geçmiş. İlk köy tatilimiz, denizi olan köy, Palamutbükü. El değmemiş, keşfedilmemiş Palamutbükü hakkında bilgilerimiz kulaktan dolma, daha önce giden arkadaşımızdan. Kızım Aslı henüz yürüyor daha bebek. Haritadan buluyoruz Datça'yı. Nasıl gidilir, Türkiye karayolları haritasından bakarak öğreniyoruz. İnternet icat edilmemiş henüz. Çarşaf gibi kocaman karayolları haritasını uzun yıllar yanımızda taşıdık, yol bulmak için. Ben arabayı kullanırdım, Belkıs haritaya bakardı. Laf aramızda Belkıs'ın harita okuması çok iyi değil, genellikle yanlış yolu seçer.

Reno 9 Brodway aracımızla akşam yola çıkıp, bütün gece araba kullandıktan sonra sabah varmıştık Palamutbükü'ne. Akşam yola çıkmamızın nedeni de Aslı'nın uyuyabilmesiydi. Gündüz gidemiyorduk, araba klimalı değildi ve Aslı'yı araba tutuyordu, hiç uyumuyordu, çok zahmetli bir yolculuk oluyordu gündüzleri. Gözümüz karaymış, yolun çoğu tek şerit gidiş geliş, bozuk yollar, buna rağmen bütün gece araba kullan. Ne cesaret. Gece araç kullanmayı yıllar önce bıraktım, yalnızca gündüz seyahat ediyoruz.

"Bük pansiyon", denize sıfır, sahipleri Sezer ve Hakkı, yaşça bizden küçükler. Amatörce işletiyorlar pansiyonu. Topu topu iki pansiyon var zaten köyde, bir de ekmek fırını, şimdilerde çok sevilen taş fırın ekmeği, ağır, kurşun gibi. Bir tane pideci var, pidesi vasat ama badem ile yapılan "damat tatlısı" güzel. Palamutbükü'ne daha çok mavi tur tekneleri gelirdi. Onlara hizmet eden iki balıkçı lokantası vardı. Masalar denize kurulur, ayağımız denizde balık yerdik, hakkını vererek, mundar etmeden.  

İki tane köhne bakkalı vardı. Sebzeleri bahçeden toplardık, bal, zeytin ve zeytinyağını köylülerden alırdık. Akşam üzeri balıkçı gelirdi, yakaladığı balıkları satmak için. Bademler sipariş edildikçe, kabukları kırılır, ayıklanır getirilirdi. Her yiyecek doğal, deniz tertemiz, berrak ve canlı. Medeniyetten uzak, gazete ve bazı ihtiyaçlar sabah dolmuşçuya siparişe verilir, Datça'dan, akşam getirirdi dolmuşçu. Köy Datça arası tamamen toprak yol ve rahatsız edici, sık sık gidip gelmek kolay değil. Marmaris Datça arasındaki yol ise o kadar dar ve kötü asfalttı ki, iki saat de ancak gidilir ve mideler de alt üst olurdu.

İmkanları kısıtlı olmasına rağmen çok sevdik Palamutbükü ve Bük pansiyonu. Üst üste bir kaç yaz gittik, sonra uzunca bir ara verdik. En son 2-3 yıl önce Hayıtbükü'ne gittiğimizde uğradık tekrar, ayak üstü sohbet edip geçmişi yad etmek ve değişimi görmek için. Tanıyamadık desem yeridir, bomboş sahil tıka basa dolmuş. Bük pansiyona ek binalar yapılmış. Hakkı'yı gördük oturduk 5 dakika, eski günlerden konuştuk, o da memnun değil bu kadar büyümekten ama koşullar sürükledi bizi mecburen büyüdük diyor, şaşırtıcı.

Üzüldük Palamutbükü'nün durumuna, tek özelliği denizi ve bakirliği olmasına rağmen, köyde altyapı yok, kanalizasyon ve çöp sorunlu, bu kadar büyümeyi kaldıramaz. Deniz eskisi kadar olmasa da yine berrak ama ne kadar sağlıklı. İyi ki gelmişiz yıllar önce, en bakir zamanlarında.

YOL, TAVAS, BALOĞLU PİDE

Datça'ya, Afyon, Denizli, Muğla üzerinden gidiyoruz. Yol uzun. Arabamız Toyota hibrid, Belkıs'ın düzenli olarak da kullandığı aile arabamız. Artık birlikte kullanıyoruz, yolun yarısını Belkıs, diğer yarısında ben kullanıyorum. Belkıs seviyor araç kullanmayı, keyif alıyor,  ben ise görev olarak kullanıyorum, pek hoşuma gittiği söylenemez. Yolculukları  keyifli hale getiriyor ve seviyoruz, yol uzun, zor gelmiyor. 

Sabah erken yoldayız. Pandemi nedeniyle peynir, zeytin, ekmek ve çayımızı yanımıza alıyoruz. Yol üstünde Afyon'a gelmeden, gözümüze kestirdiğimiz bir çeşme başında mola verip yiyoruz, her yer pislik içinde, hızlıca içiyoruz çayımızı. Aynı amaçla duran başka birileri gözleme ikram ediyor bize, reddedemiyoruz, zoraki bir parça alıyoruz. Ah şu pandemi yok mu! Afyon ikbalde yaptığımız klasik kahvaltı bu sefer yok, durmuyoruz bile, İkbal'in "kaymaklı ekmek kadayıfı" bile cazip gelmiyor. Denizli'ye kadar hiç durmadan devam ediyoruz. Acıkıyoruz. Denizli'yi geçince, Cankurtaran'da Tuna tesislerinde mola vermeyi düşünüyoruz ama tesis kapalı. Soruyorum Belkıs'a; Bağlı kokoreç mi yoksa Baloğlu pide mi? Ne olur ne olmaz, midemizi bozmayalım, pide yiyelim. 

Tavas'ta Baloğlu pideci de alıyoruz soluğu. Baloğlu, klasik açık tip pide yapıyor. Yola bir kaç yüz metre, Tavas'ın içinde. Temiz, düzgün bir kasaba pidecisi, sokakta masaları var. Seviniyoruz açık hava olmasına. Oturuyoruz, kolonyamızla siliyoruz her şeyi, bir kaç masa daha var oturan, tuhaf tuhaf bizim temizleme işine bakıyorlar. Bizden başka herkes rahat. Ben kıymalı yumurtalıyı, Belkıs ise sebzeli kaşarlı pideyi tercih ediyor, üstüne de yarım porsiyon tahinli pide istiyoruz tatlı niyetine. Yoğurt soruyorum, koyun, keçi yoğurdu, yok abi yoğurt diyor. Ta Ankara'dan yoğurt için geldim olur mu diyorum, tamam abi bakayım deyip gidiyor.

Nerden bulduysa, önce yoğurt geldi, koca bir tabak dolusu, ellerini bol tutmuşlar, tadımlık değil doyumluk, sadece yoğurtla bile doyulur. Yoğurt da yoğurt hani, tam kıvamında yanık koyun yoğurdu, Konya'dan biliyorum bu tadı. Saldırdık hemen, daha pide gelmeden koca yoğurdu götürdük, dibini de sıyırdık. Uzun süre böyle lezzetli bir yoğurda ulaşamıyacağımızı biliyoruz, her lokmanın tadına vararak, lezzetini alarak yiyoruz. Bunun henüz başlangıç olduğunun farkında değiliz. Yanık dondurma ve yanık yoğurt, favori yiyeceklerimizden, çok seviyoruz. Yanık yoğurt konusunda yemek şefi Deniz Ahmet Köse'den bir alıntı: 

İhtiyaçtan doğan marjinal lezzet: Yanık yoğurt. Dünyada pek eşi benzeri olmayan bu gastronomi harikası yanık yoğurdun anavatanı Anadolu'dur! Kimi Denizli, kimi Antakya kimi de Antalya'yı ön plana çıkartmış olsa da anlatırken, Konya Ereğli de üretilenler de mevcut. Bu eşsiz lezzet oldukça yüksek de gastronomik değere sahip benim nazarımda. Önceleri bozulmasın diye mayalanan yoğurt, daha fazla muhafaza edilebilsin ve farklı bir aromaya da sahip olsun diye dibi tutturularak yanık tadı verilen sütle mayalanmış ve amaç hayvanların sütünün ziyan olmamasını sağlamak iken, raf ömrü iki yıla kadar uzanan ürünler elde edilmiş."

Peşinden pideler geldi, görüntü soru işareti uyandırdı bizde, pideler kalın. Yanında da ayrı tabakta, bütün haliyle kurutulmuş kırmızı renkli sivri biber geldi, zannedersin zehir, görüntü öyle. Pideden aldım bir dilim, evet çıtır değil, yumuşak da değil, tam arada ama şahane bir pide, hafif sulu, ekmeği kalın görünse de, yerken öyle gelmiyor. Daha önce yediğimiz pidelere benzemiyor, kendine has, nefis bir tadı ve kıvamı var. Bayıldık pideye, ortaklaşa yiyerek, sildik süpürdük hepsini, tahmin edebileceğiniz gibi çoğunu ben yedim. Türkiye gerçekten pide cenneti, her yörenin pidesi farklı ve nefis lezzetleri var. İçi evde hazırlanan  pide geleneği halen devam ediyor. Bu pidelerin lezzeti daha bir başka. Anlatmakla bitmez pide çeşitleri.

Ana konudan biraz uzaklaştım ama bunları yazmadan da yapamadım. Denizli'nin bir ilçesi Tavas, önünden geçer gideriz, o kadar. Efsane yoğurt ve pidesi olduğunu bilmeyiz bile.  Pizza entelektüel yemeği olarak yüceltilmiş, pide ve lahmacun ise Anadolu'ya has yerel tat olarak görülmüş, biraz da küçümsenmiş, dünyada hak ettiği üne kavuşamamış. Vedat Milor'un Anadolu mutfağı ve pide konusunda önerileri de şöyle:

  ""Mutfağımızı dünyada konumlandırmada ilk çaba, bu var olanları korumak ve sayılarını arttırmaya çalışmak olmalı. Bu unutulmaz tatlar hem ülkemiz için mukayeseli üstünlük alanı hem de insanlığın ortak mirası gibi...""

""Bizde pizzacılarda şarap bulunmuyor, pide alaturka sayıldığı için yok. Alışkanlık ya da beklenti de yok. Bence kaçırılmış bir fırsat çünkü özel bir pide, Napoli’deki Da Michele pizzası gibi özel bir gastronomik ürün.
Türk mutfağının pizzaya cevabını dünyaya kabul ettirmek için Karadeniz’in pidesini iyi bir şarapla buluşturmak şart diye düşünüyorum.""

Vedat Milor'un bahsettiği pizzanın ne olduğunu bilmiyorum, yemedim ama bol yağlı bir pizza olduğunu tahmin ediyorum. Üstat otorite, ne diyorsa bir bildiği vardır elbet. 

Pide yanında gelen, kurutulmuş sivri biberden bir parça ısırdım, bir tat alamadım, tamamını attım ağzıma. Zehir gibi bir acı bekliyorum, değil. Ağızda dağılıp kayboluyor, acı, ama hissetmiyorsunuz, ağzı yakmıyor. Belkıs yemedi, çok ısrar ettim yemedi, hem açıkta duruyor tozludur hem de elleriyle koyuyorlardır tabaklara, ya virüs varsa. Bu nefis biberden bir tabak dolusu yedim afiyetle. Midemde yanma olmadı. Sordum garsona bu ne biberi diye, Tavas biberi, bu yörede meşhurmuş. Kesinlikle hak ediyor ününü.  

O kadar doyduk ki tahinli yarım pideyi zorlanarak yedik. Tahinli pideyi çok sevmem ama o bile ayrı bir lezzet burada. Üzerine çay içmedik, çok ısrar ettiler, söyleyemedik, ya bardakta virüs varsa diye. Yola çıkınca fark ettik, yol kenarları bayram yeri gibi renkli, dizi dizi kurutulmuş biberler, kırmızı ağırlıklı, renk renk biber, tam fotoğraflık, dağ taş biber. Aldık bir miktar, kaçırır mıyız. 

Son bir alıntı Osman Müftüoğlu'nun sağlık açısından "Lahmacun mu, Pizza mı? yazısından.

"Lahmacun, içindeki et nedeniyle protein, demir ve B12 ihtiyacımızın önemli kısmını karşılıyor. Çok yağlı et kullanmazsanız, az miktardaki doymuş yağ ihtiyacımızı gidermek için de mükemmel bir kaynak. Size pizzayı değil, lahmacunu öneririm."

DATÇA, NİMA APART OTEL

Datça'ya 10 km kala, Perili Köşk koyunda, Marmaris yolunun hemen dibinde, Nima otelde kalıyoruz. Sahibi Mustafa, arkadaşım Şükrü'nün yeğeni. Gelmeden önce aradık, virüs korkumuzu anlattık, bize, bir hafta kimsenin kalmadığı odayı ayırdı. Sezon dışı ve belki de pandemiden dolayı olsa gerek, genel bir sakinlik var her yerde. Otel yeni yapılmış, eşyalar yeni. Harika bir yer, tertemiz, bir haftadır boş olmasına rağmen yine de dezenfekte ettik itinayla, özellikle, kapı kolları, muslukları ve elektrik düğmelerini. Evimiz gibi rahat ettik, şahane kahvaltılar ve bir kaç kez de yemek yaptık. Çok memnun kaldık. Evimiz olursa ne yaparız, nasıl yaşarız soruları için de alıştırma yaptık. Otelde toplam 8 oda var, küçük bir yer. 4-5 oda her zaman doluydu kaldığımız sürece. Sabahları çevreyi dolaştık, yaşanabilecek semt ve ev baktık. Öğleden sonra Perili köşk koyunda denize girdik, süper deniz.

PERİLİ KÖŞK KOYU, KUM ZAMBAĞI VE SAHİPSİZ KÖPEK

Perili köşk koyu diye bildiğimiz, koyun gerçek ismi değildir belki ama koyun yarısından fazlasını kapatan “Perili Köşk Otel” kompleksinden dolayı da bu isimle biliniyor da olabilir. Koyda otelden başka tesis yok, otelden de ancak müşterileri yararlanabiliyor. Otelin işgal etmediği koyun küçük bir kısmı da halk tarafından günübirlik kullanılıyor. Her yer istisnasız pislik içinde, şişeler, poşetler, yiyecek artıkları, ambalajlar ne ararsanız var. Datça insanının eğitim ve görgü seviyesi yüksek bilinir, maddi durumlarının da iyi olduğu gelen arabalardan belli. Çevre temizliğinin maddi durumla ilgisi yok ama yine de anlayamıyoruz bu kadar çevre kirliliğini ve neden temizlenmediğini. Bir gün daha kalsak elimize poşetleri alıp biz temizleyecektik sahili. 

Sahilde, kumların arasında inatla ben de buradayım diyen 20 sm sap yükskliği ve çocuk eli büyüklüğünde, beyaz çiçekler görüyoruz. Daha önce hiç görmediğimiz bir çiçek türü ve bu ortamda yetişebilmesi çok ilginç, böyle bir ortamda bile büyüyorum edasıyla, gösterişli bir çiçek. İnternetten bu çiçeklerin "Kum Zambağı" olduğunu, türün tükenmekte ve koruma altında olduğunu öğreniyoruz, koparmanın cezası büyükmüş, nasıl kontrol edeceklerse? Kum zambağının en büyük düşmanı da sahile yapılan evler yani insan. 

Sahilde, yanımızda getirdiğimiz hasır örtünün üzerine serdiğimiz havlularda yatarak güneşleniyoruz. Diğer gelenler kamp sandalyesi kullanıyor, biz nostaljik takılıp hasır tercih ediyoruz, hem taşımsası da kolay. Biraz ileride bir grup, köpekle oynuyor. O kadar oyuncu bir köpek ki keyifle izliyoruz. En küçüklerinden olmasa da küçük boy ve henüz tam erişkin değil. Köpek bizim yanımıza yaklaşıyor, ben köpeği sevme gafletinde bulunuyorum. Üzerime atlıyor, kaçıyorum kovalıyor, terliğimizi alıp kaçıyor, ben onu kovalıyorum. Aynısını Belkıs'a da yapıyor, sanki köpek bizim, o kadar samimi, şımarık En sonunda dayanamayıp köpeğinizi çağırın diyorum, yorulduk artık. Köpek bizim değil diyorlar, ama tasmalı, belli ki terkedilmiş. Vicdansız insanlar nasıl terkettiniz, kışın herkes gidince ne yapacak bu köpek, cinsi de küçük, yaşatmaz diğer köpekler bunu. Yanımızda yiyecek olarak yalnızca badem var, veriyorum biraz, afiyetle kıtır kıtır yiyor. Oynamaya devam.

Yakınımıza yeni bir grup geliyor, kızlı erkekli gençler, bu sefer onlar köpeğe ilgi gösteriyorlar, fırsat bu fırsat, isterseniz köpek  sizin olabilir diyorum, önce şaka sanıp inanmıyorlar, gerçek olduğunu öğrenince şaşırıp bir anlam veremiyorlar. Daha sonra açıklıyorum durumu. Köpek artık onlarla, biz kurtuluyoruz, bu kadar oyuncu köpek daha önce hiç görmemiştik. Güneş batmaya yakın ayrılıyoruz sahilden, zavallı köpek birileriyle oynamaya devam ediyor.

DATÇA'DA NEREDE YAŞANIR?

Bir yerde tatil yapmakla, yaşamak arasında çok fark  olduğunu anlamaya başladık. Datça köylerinde çok güzel zaman geçirdik tatillerde, ama biz yalnızca tatil değil yaşamak için bir yer bakıyoruz, sezon dışında da gelebileceğimiz yerler tercihimiz. Datça'nın yolu çok uzun ve zor, hava alanına çok uzak. Kafamızda soru işaretleri olsa da,  Datça'nın merkeze yakın çevresini düşünüyoruz, her mevsim yaşanan yerleri tercih ediyoruz. Ankara konforunu da arıyoruz. Merkeze uzak olan, Palamutbükü, Hayıtbükü, Yazıköy ve Karainciri eliyoruz. Aktur'u düşünmüyoruz bile, bütçemizin çok çok üzerinde. Buralarda sezon dışı yaşamanın sıkıntılı olacağını düşünüyoruz. 

Datça'yı daha detaylı geziyoruz, farklı gözle bakıyoruz. Burgaz, Karaköy, Reşadiye, Kızlan ve Eski Datça mahallelerini geziyoruz. Eski Datça, şair Can Yücel'in yaşadığı semt, mezarıda burada. Burgaz; Datça'nın Marmaris yönünde sahil kesimi, güzel semt, detaylı gezilebilir. Karaköy, Datça'nın tam ters yönü, feribot iskelesinin olduğu semt, boşuna Karaköy dememişler, deniz çok dalgalı, sert bir iklimi ve ürkütücü görüntüsü var, sezonda ancak birkaç ay kalınabilir. Reşadiye ve Eski Datça; Datça'nın girişindeki mahalleler, denize çok uzak, eh işte. Kızlan; Datça'ya 10 km, yarımadanın ortasında ve yaşanılan bir köy. Genel olarak Datça'nın şehir planı sevimli değil, daha doğrusu plansız. Belediye, yapıların taş kaplama olması şartını koymuş, iyi de olmuş, biraz olsun kötü planlamayı telafi etmiş. Nasıl Bodrum'da evler beyaz boyalı olmalarıyla biliniyorsa, Datça'da da evler taş kaplaması ile bilinecek.

Burgaz ve Kızlan'da karar kılıp daha detaylı gezmeye başlıyoruz. Burgaz mı? Kızlan mı? Burgaz, denize yakın ama her yer yazlık. Arkadaşım Tuncay burada oturuyor, ziyaret ediyoruz. Yol üstünde pazar kurulmuş durup bir şeyler alıyoruz birlikte yemek için. Kenarda lokmacı var, insanlar önünde sıra olmuş. Sordum, çok bekler miyim diye, hazır hemen çıkar dedi, girdim sıraya, bir kaç dakika sonra sıra bana geldi, para verilmediğini o an anladım, buralarda gelenekmiş lokma yaptırıp hayrına dağıtmak. Güzel bir gelenek.

Tuncay'da Datça aşığı, 2 yıl önce aldı evini, yazları kalıyor, kışın Ankara. Çok mutlular Datça'lı olmaktan. Tuncay'ın  ev tepede, müstakil, eşi Nurden ve kayın validesi ile birlikteler. Sahile 800 m, merkeze 2 km uzaklıkta. Çok güzel, bahçeli dubleks bir ev, müstakil olması süper. Çevresi yazlıklarla çevrilmiş. Yerel yerleşim yok, herkes yazlıkçı, sezon dışı in cin top oynar buralarda.  Yüz yüze görüşmeyeli bir kaç yıl oldu, özlemişiz, hasret giderdik. Mesafeyi koruyarak sohbet ettik, yedik içtik. Datça'da virüs yokmuş, biz Ankara'dan geldiğimiz için daha dikkatli ve tedirgindik virüs konusunda. Birlikte yürüdük biraz, çevreyi tanıttı Tuncay. Ekim sonuna kadar buradayım, yapacağım bir şey olursa arayın, seve seve yaparım dedi.

Çok içimize sinmedi Burgaz, hah işte tam aradığımız yer diyemedik, bir şeyler eksik kaldı. İnsan sanki burada inzivaya çekilmiş gibi hisseder kendini. Bir kaç gün daha gezip daha iyi gözlemleyip, hem de satılık evleri gezip fiyat almaya devam ediyoruz.   

Kızlan çok eski bir köy, Rumlar da yaşamış. Eskiden kalan evler kendine has, çok güzeller. Tarihi zeytinyağı fabrikası ve yeldeğirmeni de bu köyde. Kızlan köyü yarımadanın  ortasında, bir taraftan denize 8 km, diğer taraftan 2 km uzaklıkta, 2 km olan sahil kuzey ve denizi dalga nedeniyle kullanılmıyor. Çiftçilik, hayvancılık yapıyor halkı. Yerleşim çok seyrek. Köyün hemen yanına kocaman yazlık site yapmışlar, 100 den fazla ev var. Dışardan gelenlerin oturduğu yazlık evler hep köyün çevresine sıralanmış. İnşaat halinde olan evlerden gezdik, fiyatlar Burgaz'a göre daha uygun ama Datça merkeze 15 km ve denize daha uzak. Yerel yaşam devam ediyor köyde, yaz kış hayat var. Tam istediğimiz gibi olmasa da Burgaz'a göre daha çok seviyoruz burayı. 

Çocukları arıyoruz, ne dersiniz Datça'dan ev almaya, sahil yada köy hangisi diye soruyoruz. Aslı karşı çıkıyor, hava alanına ne kadar uzak orası, düşündünüz mü hiç, nasıl gidip geleceğiz sık sık. Haklı, bizim de kafamızdaki sorulardan biriydi uzaklık meselesi. Datça bu kadar yeter, yeterli bilgi edindik. Fethiye'ye de bakalım, tekrar değerlendirir ve kararımızı veririz.

DATÇA, HIZLI ALIŞVERİŞ, 

Datça'dan ayrılmadan önce  alışveriş yapıyoruz, yöreye özel ürünleri tercih ediyoruz. "Datça Köy Ürünleri" market, Datça girişinde solda. Yalnızca kadınlar satış yapıyor, üç, beş kadın var ortalıkta. Erkekler çalışamıyor mu burada? diye soruyorum, erkekler alt katta, temizlık, hammaliye, ayıklama işlerini yapıyormuş. Ayırımcılık değil mi? bu yaptığınız dedim, güldüler. Datça'da her yer böyleyse, erkeklerin işi zor. Badem çeşitleri, badem tatlıları, kremleri, bal, zeytinyağı ve sabun çeşitleri var. Datça'ya ait ne varsa hepsi burada var, fiyatlar makul. Çok sevdiğimiz "acı badem kurabiyesi" bile var. 

Bir kaç farklı yerde daha yiyoruz acıbadem kurabiyesini, çok özel bir kurabiye. Acıbademe çok benzeyen Makaron(ben fransız acıbademi diyorum) çok moda bu sıralarda, acıbadem kurabiyesi ise makarona on basar lezzet olarak ama pek bilinmez. İlerde dünya çapında tanınacağına inanıyorum acıbadem kurabiyesinin.

"Datça Vineyard", Datça'ya 5 km kala solda, 200 m içerde, tepe üzerinde,  şarap üretici ve satıcısı. Tadım yapıyoruz, farklarını anlamaya ve damak tadımıza uygun olanlarını bulmaya çalışıyoruz. Beyaz ve kırmızıdan alıyoruz. Çevreyi izliyoruz hakim tepeden, güzel manzarası var.

2. Bölümde Fethiye'yi gezip, seçim tercihimizi ve nedenlerini anlatacağım.